Size ‘Şampiyon olamazsınız’ demedim
Taraftar için futbol bir aşk... Takımınıza olan aşkın ‘sınıfsal’ çerçevesi aldığınız hazzın şeklini belirliyor. Eğer Real Madrid gibi zengin ve seçkin bir aristokrata gönül vermişseniz, sizi krallar/kraliçeler gibi yaşatmasını, hep şampiyonluk arabalarında gezdirmesini istersiniz haliyle...
Yoksa aşk buhranları yaşanmaya başlar.
Eğer, diyelim Fulham gibi 130 yıllık bir aile-işçi takımına gönül verirseniz, Premier Lig’e çıkmak rüyanızda bile göremeyeceğiniz bir hayalin gerçekleşmesi olur. Kendi gücüne dayanarak ligde kalmak en büyük hediyedir. Onurlu biçimde düşmek ise taraftarın aşkını azaltmaz, güçlendirir... 1964’ten sonra ilk kez sahanızda Manchester United’ı üstün bir oyunla yendiğinizde öyle sevinirsiniz ki, Şampiyonlar Ligi’ni kazandıklarında United taraftarının hissettiği mutluluk solda sıfır kalır.
Benim gibi Beşiktaşlıysanız, sevgilinizi en büyük şampiyonluklara layık görür ama olmasa da aşkınızla mutlu yaşayabilirsiniz... 1960 şampiyonluğunu düş gibi hatırlar, ’66 ve ’67 şampiyonluklarına, yatılı okul yalnızlığınıza ilaç gibi gelen tribünlerde, tanık olursunuz. Ardından şampiyonluksuz geçen on beş yılda takımı yalnız bırakmamak için elinizden
gelen çabayı gösterirsiniz. En çalkantılı yıllarınızda aklınız Dolmabahçe’de kalır.
Sonra yönetim kararlarına hasbelkader katıldığınız 100. yıl şampiyonluğuna dönüp bakar ve bir Kupa için ne karmaşık bir yol alındığını, ne emekler verildiğini, ne kahırlar çekildiğini görürsünüz. Sonra o kupa sindirilmeyince nasıl bir çözülmenin başladığını da... Aslında şampiyonluk bir son değil, sadece yeni bir başlangıçtır. Daha büyük başarılar beklenen yeni bir sezonun başlangıcıdır sadece.
Şampiyonluk neye yarar...
Hayat da böyledir... Ondan korkmazsanız, hazırdan bir şeyler beklemezseniz, sürekli bir mücadeledir hayat... Mücadelenin kendisidir. Aklınızı kilitleyecek hazır reçetelere, formüllere itibar etmezsiniz. Hayatın her anını olanca karmaşıklığıyla ve değişkenliğiyle
çözümlemenize yardımcı olacak düşünceler ve sorular sizi heyecanlandırır.
Oysa muktedirler hep klişeler ve sonuçlar çıkartır karşınıza... Örneğin Cumhuriyet sanki laboratuarda tasarlanmış ve bir günde ilan edilmiştir.
Sanki her dönemeçte verilmiş çetin mücadelelerin ve kararların, ayrılık ve ittifakların vardığı durak değildir 29 Ekim...
Yakından bir örnek vereyim. Bu kafaya göre, 12 Eylül “Akan kanı durdurmak için” birkaç kişinin bir araya gelip verdiği ya da ABD’nin tezgâhladığı bir karardır. Sonuç
olarak öyledir belki ama oraya gelene kadar emekçilerin verdiği mücadeleyi, ona karşı giderek şiddetlenen sıkıyönetimler sürecini çözümlemeye çalışmak kimsenin işine gelmez.
İnsan hayata ve hakikate işte hep böyle bitmiş tarihler ve sonuçlar üzerinden yabancılaştırılır. Örneğin her şey bir ‘dış tehdit ve güvenlik’ kavramı içine sokulur, milletin tartışma ve ifade özgürlüğüne kilit vurulur.
Futbolda da ne yazık ki böyle... Sadece iki gerçeklik var: “Şampiyon olmak ve küme düşmemek...” Nasıl olursanız olun, şampiyonsanız başarılısınız. Nasıl olursa olsun, kümeden düşmüşseniz başarısızsınız. Oysa her yıl bir takım şampiyon olur, zaman zaman dış müdahalelerle değişse de, üç takım küme düşer.
Şampiyonluk kupası müzeye kaldırılır, üç iki buçuk ay sonra lig yeniden başlar, herkes
önündeki maçlara bakar. Eğer sonuç her şey olsaydı, şampiyon olanla düşenleri, sezon sonunda bir şekilde öğrenirdik, olur biterdi.
Aynı şekilde, yarıda kalanlar ve dış müdahalelerle yeniden oynatılanlar dışında
her maç bir şekilde biter. Aynen havalanan her uçağın öyle ya da böyle yere indiği gibi. Uçağın salimen yere inmesi belki de her şeye bedeldir ama futbolda maçın sonucu her şey demek midir?
Oynamadan kazanmanın tadı
Bizde kabul gördüğü üzere sonuç her şeyse, o zaman neden statlara gidiyor, televizyon başına geçiyoruz? Dakika dakika, saniye saniye, ‘pür dikkat, saf heyecan’ maç izliyoruz? Deli miyiz biz?
Çünkü sonuç kadar o sonucun ortaya çıkış süreci önemli. Futbol dediğimiz oyun, eğer bir zar atma değilse, işte bu sürecin kendisi... Bunun zorlu bir süreç olduğunu, her maçın oynanmadan kazanılmadığını, o zaman bile kazanmanın garantisinin olmadığını göz ardı ederseniz, “Şampiyon olacağız” vaatlerinin arkasından koyun gibi gidebilirsiniz. Şampiyon olamadığınızda suçu başkasında görürsünüz. Avrupa kupalarında bir tur atladığında kendinizi kesin finalde görürsünüz.
Oysa zaten “şampiyon olmak var, şampiyon olmak var”dır... Bu sezonki lig için uzun söze gerek yok. Bursa-Fener maçının ilk ve son 4 dakikalarında futbola benzer bir şeyler
izledik. Ligin zirvesindeki Sivas ve Beşiktaş “Bir gol yer ve rezil olurum” korkusuyla koşuşturup durdu. Pazar günü, sırf “Futbolun ABC’sine saygılı oynadılar” diye Eskişehir gönlümüzü okşadı. Bir tek Gaziantep, artık kaybedeceği ve kazanacağı bir şey olmadığı için zevk verdi.
Avrupa’dan kopmuşsunuz. Geriye koşu hızlanmış. Üstteki takımlar kolayca puan kaybediyor. Heyecan sadece sayısal heyecan olarak kalmış... Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimleri, bir kulüp için yapılmayacak hataları yapmışlar, ama işe bakın, yine şampiyonluk potasının içindeler... Aynı yoldan geçen Beşiktaş, şampiyon olma hezeyanıyla maddi kaynaklarını çarçur etmiş, bundan da önemlisi toplumdaki saygın ve öncü konumunu harcamış... 70’li yıllarda kendi gücüne dayanarak ve emek vererek ülke futbolunun çehresini değiştirmiş olan Trabzonspor, akla yatkın bir yola girmişken yine “İstanbulluları taklit ederek büyük olma” kolaycılığının pençesine yuvarlanıyor...
Bu durumda “Anadolu’dan şampiyon çıksın” diye Sivasspor’a çevriliyor gözler... Ne var ki orada da alçakgönüllülükle ve çalışmayla gelen beklenmedik çıkış, giderek bir böbürlenmenin ve ona buna dayılanmanın aracı haline geliyor. Türkiye Kupası’nda çeyrek finale çıkınca forma altına “Hiçbir başarı tesadüf değildir” tişörtü giyiliyor. Başarı çıtası bu kadar alçak mı?
Bu takımı yaratan teknik direktör başarı büyüdükçe kendisi küçüleceğine, takımın
başarısını kaba militarist ve milliyetçi bir söyleme alet ediyor. Kısa ve açık bir öz
eleştiri yapacağına, her eleştiriyi çekememezliğe bağlıyor. Sempatiyi dokunulmazlığa tahvil
ediyor... Böyle olunca Sivas, bırakın bütün futbolseverlerin sempatisini, Sivaslıların
yarısının sevgisini bile kaybediyor...
Anadolu’dan yeni şampiyonlar çıksın. Tamam da, anlaşılan orada da çıkmak var, çıkmak var.
Kocaeli olamazsınız
İstanbul’un yanıbaşında ise Kocaelispor farklı bir öykü yazıyor. Süper Lig’e çıkınca, büyüklere özenip takımı dağıtmışlar, bir sürü gereksiz transfer yapmışlar ve ligin dibine çakılmışlardı.
Sonra çaresizlikten kendi güçlerine döndüler. Kulübü iyi tanıyan, futbol üzerine kafa yoran Erhan Altın gibi sevecen ve alçakgönüllü bir futbol emekçisine görev verdiler. Şimdi reklamsız ama çok şık formalarıyla, deplasmanda bile tribünleri dolduran taraftarlarıyla, zemini kusursuz şehir statlarıyla hakiki bir kent takımı ‘Körfez...’ Kendi güçlerine dayanarak ve puana değil futbola öncelik vererek bu yavan ligin zevk veren topunu oynuyorlar. Kümede kalamasalar bile gönlümün şampiyonu onlar.
Bir büyüğümüz, “Ben size şampiyon olamazsınız, Anadolu’dan şampiyon çıkartamazsınız, UEFA’da final oynayamazsınız, milli takıma kaptan olamazsınız, Avrupa üçüncülüğüne ulaşamazsınız falan demedim” gibi bir şeyler söylemişti değil mi?
Ama ne olamazsınız demişti? Onu unuttum.
“Kocaelispor olamazsınız” demiş olabilir mi...
radikal/25-03-2009
Yoksa aşk buhranları yaşanmaya başlar.
Eğer, diyelim Fulham gibi 130 yıllık bir aile-işçi takımına gönül verirseniz, Premier Lig’e çıkmak rüyanızda bile göremeyeceğiniz bir hayalin gerçekleşmesi olur. Kendi gücüne dayanarak ligde kalmak en büyük hediyedir. Onurlu biçimde düşmek ise taraftarın aşkını azaltmaz, güçlendirir... 1964’ten sonra ilk kez sahanızda Manchester United’ı üstün bir oyunla yendiğinizde öyle sevinirsiniz ki, Şampiyonlar Ligi’ni kazandıklarında United taraftarının hissettiği mutluluk solda sıfır kalır.
Benim gibi Beşiktaşlıysanız, sevgilinizi en büyük şampiyonluklara layık görür ama olmasa da aşkınızla mutlu yaşayabilirsiniz... 1960 şampiyonluğunu düş gibi hatırlar, ’66 ve ’67 şampiyonluklarına, yatılı okul yalnızlığınıza ilaç gibi gelen tribünlerde, tanık olursunuz. Ardından şampiyonluksuz geçen on beş yılda takımı yalnız bırakmamak için elinizden
gelen çabayı gösterirsiniz. En çalkantılı yıllarınızda aklınız Dolmabahçe’de kalır.
Sonra yönetim kararlarına hasbelkader katıldığınız 100. yıl şampiyonluğuna dönüp bakar ve bir Kupa için ne karmaşık bir yol alındığını, ne emekler verildiğini, ne kahırlar çekildiğini görürsünüz. Sonra o kupa sindirilmeyince nasıl bir çözülmenin başladığını da... Aslında şampiyonluk bir son değil, sadece yeni bir başlangıçtır. Daha büyük başarılar beklenen yeni bir sezonun başlangıcıdır sadece.
Şampiyonluk neye yarar...
Hayat da böyledir... Ondan korkmazsanız, hazırdan bir şeyler beklemezseniz, sürekli bir mücadeledir hayat... Mücadelenin kendisidir. Aklınızı kilitleyecek hazır reçetelere, formüllere itibar etmezsiniz. Hayatın her anını olanca karmaşıklığıyla ve değişkenliğiyle
çözümlemenize yardımcı olacak düşünceler ve sorular sizi heyecanlandırır.
Oysa muktedirler hep klişeler ve sonuçlar çıkartır karşınıza... Örneğin Cumhuriyet sanki laboratuarda tasarlanmış ve bir günde ilan edilmiştir.
Sanki her dönemeçte verilmiş çetin mücadelelerin ve kararların, ayrılık ve ittifakların vardığı durak değildir 29 Ekim...
Yakından bir örnek vereyim. Bu kafaya göre, 12 Eylül “Akan kanı durdurmak için” birkaç kişinin bir araya gelip verdiği ya da ABD’nin tezgâhladığı bir karardır. Sonuç
olarak öyledir belki ama oraya gelene kadar emekçilerin verdiği mücadeleyi, ona karşı giderek şiddetlenen sıkıyönetimler sürecini çözümlemeye çalışmak kimsenin işine gelmez.
İnsan hayata ve hakikate işte hep böyle bitmiş tarihler ve sonuçlar üzerinden yabancılaştırılır. Örneğin her şey bir ‘dış tehdit ve güvenlik’ kavramı içine sokulur, milletin tartışma ve ifade özgürlüğüne kilit vurulur.
Futbolda da ne yazık ki böyle... Sadece iki gerçeklik var: “Şampiyon olmak ve küme düşmemek...” Nasıl olursanız olun, şampiyonsanız başarılısınız. Nasıl olursa olsun, kümeden düşmüşseniz başarısızsınız. Oysa her yıl bir takım şampiyon olur, zaman zaman dış müdahalelerle değişse de, üç takım küme düşer.
Şampiyonluk kupası müzeye kaldırılır, üç iki buçuk ay sonra lig yeniden başlar, herkes
önündeki maçlara bakar. Eğer sonuç her şey olsaydı, şampiyon olanla düşenleri, sezon sonunda bir şekilde öğrenirdik, olur biterdi.
Aynı şekilde, yarıda kalanlar ve dış müdahalelerle yeniden oynatılanlar dışında
her maç bir şekilde biter. Aynen havalanan her uçağın öyle ya da böyle yere indiği gibi. Uçağın salimen yere inmesi belki de her şeye bedeldir ama futbolda maçın sonucu her şey demek midir?
Oynamadan kazanmanın tadı
Bizde kabul gördüğü üzere sonuç her şeyse, o zaman neden statlara gidiyor, televizyon başına geçiyoruz? Dakika dakika, saniye saniye, ‘pür dikkat, saf heyecan’ maç izliyoruz? Deli miyiz biz?
Çünkü sonuç kadar o sonucun ortaya çıkış süreci önemli. Futbol dediğimiz oyun, eğer bir zar atma değilse, işte bu sürecin kendisi... Bunun zorlu bir süreç olduğunu, her maçın oynanmadan kazanılmadığını, o zaman bile kazanmanın garantisinin olmadığını göz ardı ederseniz, “Şampiyon olacağız” vaatlerinin arkasından koyun gibi gidebilirsiniz. Şampiyon olamadığınızda suçu başkasında görürsünüz. Avrupa kupalarında bir tur atladığında kendinizi kesin finalde görürsünüz.
Oysa zaten “şampiyon olmak var, şampiyon olmak var”dır... Bu sezonki lig için uzun söze gerek yok. Bursa-Fener maçının ilk ve son 4 dakikalarında futbola benzer bir şeyler
izledik. Ligin zirvesindeki Sivas ve Beşiktaş “Bir gol yer ve rezil olurum” korkusuyla koşuşturup durdu. Pazar günü, sırf “Futbolun ABC’sine saygılı oynadılar” diye Eskişehir gönlümüzü okşadı. Bir tek Gaziantep, artık kaybedeceği ve kazanacağı bir şey olmadığı için zevk verdi.
Avrupa’dan kopmuşsunuz. Geriye koşu hızlanmış. Üstteki takımlar kolayca puan kaybediyor. Heyecan sadece sayısal heyecan olarak kalmış... Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimleri, bir kulüp için yapılmayacak hataları yapmışlar, ama işe bakın, yine şampiyonluk potasının içindeler... Aynı yoldan geçen Beşiktaş, şampiyon olma hezeyanıyla maddi kaynaklarını çarçur etmiş, bundan da önemlisi toplumdaki saygın ve öncü konumunu harcamış... 70’li yıllarda kendi gücüne dayanarak ve emek vererek ülke futbolunun çehresini değiştirmiş olan Trabzonspor, akla yatkın bir yola girmişken yine “İstanbulluları taklit ederek büyük olma” kolaycılığının pençesine yuvarlanıyor...
Bu durumda “Anadolu’dan şampiyon çıksın” diye Sivasspor’a çevriliyor gözler... Ne var ki orada da alçakgönüllülükle ve çalışmayla gelen beklenmedik çıkış, giderek bir böbürlenmenin ve ona buna dayılanmanın aracı haline geliyor. Türkiye Kupası’nda çeyrek finale çıkınca forma altına “Hiçbir başarı tesadüf değildir” tişörtü giyiliyor. Başarı çıtası bu kadar alçak mı?
Bu takımı yaratan teknik direktör başarı büyüdükçe kendisi küçüleceğine, takımın
başarısını kaba militarist ve milliyetçi bir söyleme alet ediyor. Kısa ve açık bir öz
eleştiri yapacağına, her eleştiriyi çekememezliğe bağlıyor. Sempatiyi dokunulmazlığa tahvil
ediyor... Böyle olunca Sivas, bırakın bütün futbolseverlerin sempatisini, Sivaslıların
yarısının sevgisini bile kaybediyor...
Anadolu’dan yeni şampiyonlar çıksın. Tamam da, anlaşılan orada da çıkmak var, çıkmak var.
Kocaeli olamazsınız
İstanbul’un yanıbaşında ise Kocaelispor farklı bir öykü yazıyor. Süper Lig’e çıkınca, büyüklere özenip takımı dağıtmışlar, bir sürü gereksiz transfer yapmışlar ve ligin dibine çakılmışlardı.
Sonra çaresizlikten kendi güçlerine döndüler. Kulübü iyi tanıyan, futbol üzerine kafa yoran Erhan Altın gibi sevecen ve alçakgönüllü bir futbol emekçisine görev verdiler. Şimdi reklamsız ama çok şık formalarıyla, deplasmanda bile tribünleri dolduran taraftarlarıyla, zemini kusursuz şehir statlarıyla hakiki bir kent takımı ‘Körfez...’ Kendi güçlerine dayanarak ve puana değil futbola öncelik vererek bu yavan ligin zevk veren topunu oynuyorlar. Kümede kalamasalar bile gönlümün şampiyonu onlar.
Bir büyüğümüz, “Ben size şampiyon olamazsınız, Anadolu’dan şampiyon çıkartamazsınız, UEFA’da final oynayamazsınız, milli takıma kaptan olamazsınız, Avrupa üçüncülüğüne ulaşamazsınız falan demedim” gibi bir şeyler söylemişti değil mi?
Ama ne olamazsınız demişti? Onu unuttum.
“Kocaelispor olamazsınız” demiş olabilir mi...
radikal/25-03-2009
Post a Comment