Devlet sizin, sokak bizim!
Geçen cumartesi Beşiktaş taraftarı, takım otobüsünü Barbaros Bulvarı’nda karşıladı. İşaret fişekleri yaktılar, tezahürat yaptılar. Gösterinin hemen ardından aynı yerden geçtim. Yerler fişek artıklarıyla ve bira kutularıyla, şişeleriyle kaplıydı. Bulvarın ortasındaki laleler hoyratça ezilmiş, kopartılmıştı.
Böyle bir gösterinin, ligin bitmesine sekiz maç kala yapılmasının takıma bir yararı var mıydı? Üstelik hava aydınlıkken yakılan fişekler görkemli bir görüntü yerine gözün gözü görmeyeceği bir duman bulutu yaratmayacak mıydı? Mustafa Denizli’nin sonradan deyişiyle, ‘takım, sevgiden ve dumandan boğulmayacak’ mıydı?
Elbette bunları taraftarın tartışması, değerlendirmesi gerekirdi. Yönetimin de... Ancak taraftara şirin gözükme korkusu içinde, olayların ardından sürüklenen kuyrukçu yönetimden böyle bir irade beklemek boşunaydı. Sonuçta bu gösteri bir neşenin, coşkunun değil, öfkenin sokağa taşması oldu. Taraftar, yok sayılmaya, horlanmaya, televizyon stüdyolarının rahatlığında hakkında abuk sabuk konuşulmasına tepkiliydi.
Vurun, kim tutar sizi!
Tabii öfkeyle kalktığınızda akıl da, saygı da iptal oluyor. Kendinizi başkasının yerine
koyamıyorsunuz. En küçük işarette parlıyorsunuz, saldırganlaşıyorsunuz. Kendinize verdiğiniz zarar haydi neyse, futbolla ilgilenmeyen ya da başka takım tutan insanlara, hatta bir kesim Beşiktaşlıya bile sevimli gözükmekten çıkıyor, korkulan itici bir güç oluyorsunuz.
Aklı başında taraftarın bunlar üzerinde düşünmesi gerek.
Barbaros Bulvarı’nı geçince İnönü Stadı’na vardım. Buradaki manzara başkaydı. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Polisle taraftarlar arasında çatışma çıkmış, tazyikli su, biber gazı ve göz yaşartıcı gaz kullanılmıştı. Yine en çok zarar görenler çevredeki insanlar, turistler, korunmasız taraftarlar ve maça gelen çocuklar olmuştu... Üstelik bütün bunlar ‘Polis Haftası’ denen şey kutlanırken meydana gelmişti.
Kuyrukçu yönetim yine taraftar korkusuyla alel acele bir bildiri yayınladı. En kolay yola başvurdu ve olayı provokatörlere bağlayıp geçiştirdi. Ne menen şeyse bu provokatörler, hiçbir zaman tanınmıyor ve belirlenemiyorlardı. Bu arada mahçup biçimde ‘mağdur olan
taraftarlar’ da savunulmuyormuş gibi yapıldı. Bu olayı ‘provokatörlere’ bağlayıp, ‘münferit’
diye geçiştirebilir miyiz? Daha soğukkanlı bakıp, polisin toplumsal olaylarla, kitlesel gösterilerle, özellikle futbol seyircisiyle baş etmekte yetersiz kaldığını söyleyebilir miyiz? Polisin olayları hemen tecrit ederek başlamadan bitireceğine, en küçük sürtüşmeyi büyük bir çatışmaya dönüştürmesinden mi yakınacağız? Ya da devletten çok devletçi kesilip, maça giden taraftarın yaptığı gösteri için bile, ‘izinsiz, o halde ezilmeli’ fetvasını mı vereceğiz?
Sonuncusu dışında bunlar yerinde tespitler olabilir. Ama nasıl oluyor da böyle oluyor? Aynı polis bazı taşkın gösterilere neden son derece hoşgörülü davranıyor? Örneğin, milli takımın galibiyetlerinden sonra ırkçılığın ve saldırganlığın kışkırtıldığı gösterilere hiç sesini çıkartmıyor. Arabaları, özellikle de yabancıları durdurup insanları göbek atmaya zorlayanlara gülerek bakıyor. Silah atan bir kişi bile yakalanmıyor... ‘Gavur eğlencesi’ sayılan yılbaşında sokağa çıkmış insanlara, özellikle de yabancılara her türlü taciz görmezden geliniyor. Protesto hakkını kullanan gençleri linç etmeye yönelen güruh anlayışla karşılanıyor.
Bunları polisin eğitimsizliğiyle, münferit olaylarla, orantısız güç kullanımıyla açıklamak mümkün değil. Devlet temeline güvenlik sorununu koymuş bu ülkede. Ne yapsanız ülke bütünlüğüne ve güvenliğe bir tehdit.
Güvenlik güçleri vatandaşa değil, vatandaş güvenlik güçlerine hizmet ediyor sanki.
Bir apolete, şapkaya ya da silaha sahipseniz kendinizi vatandaşa karşı sorumlu hissetmi-
yorsunuz, tersine vatandaşın hakkını, ona rağmen zorla koruyorsunuz. Herkes kırmızı ışıkta dururken siz geçebilirsiniz.
Bu nedenle gösterinin izinli olup olmaması önemli değil. Trafiğin tıkanması, insanların eziyet çekmesi temel kriter değil. Devletin resmi ideolojisini yeniden üreten her gösteri mübah, halkın kendiliğinden gelişen gösterileri ise zararlı... Çünkü bunların nereye gideceği bilinmiyor.
Devletin copu varsa...
Bu yüzden, gösterişten bile olsa, halkın içinden gelerek ABD Başkanı olmuş Obama ıssız yollardan geçerek ve tek bir sıradan halk eli sıkmadan bu ülkeden ayrılıyor... 1 Mayıs’ta halka yapmadık eziyet bırakmayan güvenlik güçleri, Polis Haftası nedeniyle Şişli’den
Taksim’e yürümeyi kendilerinde hak görüyor. Çünkü onlar devlet. Devlet de her şey.
Böyle bir devletin, özel ve bireysel alanımız olan evlerimizi bile dinleme aygıtlarıyla denetim almaya çalışmasına şaşmamalı. Sıkıyönetimlerin ilk işinin de sokağa çıkma yasağı ilan etmek olmasına...
Çünkü sokaklar ve meydanlar devletin dışında kalan alanlar... Devletin dışında kalan gerçek sivil alanlar... 12 Eylül rejiminin en büyük başarısı, ‘dünyaya açılma’ gibi ‘sokağa çıkma’nın da tehlikeli ve güvencesiz olduğunu toplumsal bilinçaltına yerleştirmesi bence.
Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın futbol da, tribünler de devlet dışı bir alan. Hâlâ devam
ediyor mu bilmiyorum ama benim çocukluğumda ortaokullarda futbol oynamak yasaktı. Çünkü devlet futbolu çocukların zihinsel ve fiziki gelişimini bozan, yoz bir faaliyet olarak görüyordu.
Şimdi de resmi ideolojinin ve militarizmin yeniden üretildiği bir alan olarak görülüyor.
Bu yüzden kendiliğinden taraftar hareketlerine, yönlendirilmemiş taraftara tahammül yok. Her olayda seyirci suçlanıyor, statlar kapatılıyor, futbolsever TV başına ya da kahvehanelere sürülüyor.
Böyle bir gösterinin, ligin bitmesine sekiz maç kala yapılmasının takıma bir yararı var mıydı? Üstelik hava aydınlıkken yakılan fişekler görkemli bir görüntü yerine gözün gözü görmeyeceği bir duman bulutu yaratmayacak mıydı? Mustafa Denizli’nin sonradan deyişiyle, ‘takım, sevgiden ve dumandan boğulmayacak’ mıydı?
Elbette bunları taraftarın tartışması, değerlendirmesi gerekirdi. Yönetimin de... Ancak taraftara şirin gözükme korkusu içinde, olayların ardından sürüklenen kuyrukçu yönetimden böyle bir irade beklemek boşunaydı. Sonuçta bu gösteri bir neşenin, coşkunun değil, öfkenin sokağa taşması oldu. Taraftar, yok sayılmaya, horlanmaya, televizyon stüdyolarının rahatlığında hakkında abuk sabuk konuşulmasına tepkiliydi.
Vurun, kim tutar sizi!
Tabii öfkeyle kalktığınızda akıl da, saygı da iptal oluyor. Kendinizi başkasının yerine
koyamıyorsunuz. En küçük işarette parlıyorsunuz, saldırganlaşıyorsunuz. Kendinize verdiğiniz zarar haydi neyse, futbolla ilgilenmeyen ya da başka takım tutan insanlara, hatta bir kesim Beşiktaşlıya bile sevimli gözükmekten çıkıyor, korkulan itici bir güç oluyorsunuz.
Aklı başında taraftarın bunlar üzerinde düşünmesi gerek.
Barbaros Bulvarı’nı geçince İnönü Stadı’na vardım. Buradaki manzara başkaydı. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Polisle taraftarlar arasında çatışma çıkmış, tazyikli su, biber gazı ve göz yaşartıcı gaz kullanılmıştı. Yine en çok zarar görenler çevredeki insanlar, turistler, korunmasız taraftarlar ve maça gelen çocuklar olmuştu... Üstelik bütün bunlar ‘Polis Haftası’ denen şey kutlanırken meydana gelmişti.
Kuyrukçu yönetim yine taraftar korkusuyla alel acele bir bildiri yayınladı. En kolay yola başvurdu ve olayı provokatörlere bağlayıp geçiştirdi. Ne menen şeyse bu provokatörler, hiçbir zaman tanınmıyor ve belirlenemiyorlardı. Bu arada mahçup biçimde ‘mağdur olan
taraftarlar’ da savunulmuyormuş gibi yapıldı. Bu olayı ‘provokatörlere’ bağlayıp, ‘münferit’
diye geçiştirebilir miyiz? Daha soğukkanlı bakıp, polisin toplumsal olaylarla, kitlesel gösterilerle, özellikle futbol seyircisiyle baş etmekte yetersiz kaldığını söyleyebilir miyiz? Polisin olayları hemen tecrit ederek başlamadan bitireceğine, en küçük sürtüşmeyi büyük bir çatışmaya dönüştürmesinden mi yakınacağız? Ya da devletten çok devletçi kesilip, maça giden taraftarın yaptığı gösteri için bile, ‘izinsiz, o halde ezilmeli’ fetvasını mı vereceğiz?
Sonuncusu dışında bunlar yerinde tespitler olabilir. Ama nasıl oluyor da böyle oluyor? Aynı polis bazı taşkın gösterilere neden son derece hoşgörülü davranıyor? Örneğin, milli takımın galibiyetlerinden sonra ırkçılığın ve saldırganlığın kışkırtıldığı gösterilere hiç sesini çıkartmıyor. Arabaları, özellikle de yabancıları durdurup insanları göbek atmaya zorlayanlara gülerek bakıyor. Silah atan bir kişi bile yakalanmıyor... ‘Gavur eğlencesi’ sayılan yılbaşında sokağa çıkmış insanlara, özellikle de yabancılara her türlü taciz görmezden geliniyor. Protesto hakkını kullanan gençleri linç etmeye yönelen güruh anlayışla karşılanıyor.
Bunları polisin eğitimsizliğiyle, münferit olaylarla, orantısız güç kullanımıyla açıklamak mümkün değil. Devlet temeline güvenlik sorununu koymuş bu ülkede. Ne yapsanız ülke bütünlüğüne ve güvenliğe bir tehdit.
Güvenlik güçleri vatandaşa değil, vatandaş güvenlik güçlerine hizmet ediyor sanki.
Bir apolete, şapkaya ya da silaha sahipseniz kendinizi vatandaşa karşı sorumlu hissetmi-
yorsunuz, tersine vatandaşın hakkını, ona rağmen zorla koruyorsunuz. Herkes kırmızı ışıkta dururken siz geçebilirsiniz.
Bu nedenle gösterinin izinli olup olmaması önemli değil. Trafiğin tıkanması, insanların eziyet çekmesi temel kriter değil. Devletin resmi ideolojisini yeniden üreten her gösteri mübah, halkın kendiliğinden gelişen gösterileri ise zararlı... Çünkü bunların nereye gideceği bilinmiyor.
Devletin copu varsa...
Bu yüzden, gösterişten bile olsa, halkın içinden gelerek ABD Başkanı olmuş Obama ıssız yollardan geçerek ve tek bir sıradan halk eli sıkmadan bu ülkeden ayrılıyor... 1 Mayıs’ta halka yapmadık eziyet bırakmayan güvenlik güçleri, Polis Haftası nedeniyle Şişli’den
Taksim’e yürümeyi kendilerinde hak görüyor. Çünkü onlar devlet. Devlet de her şey.
Böyle bir devletin, özel ve bireysel alanımız olan evlerimizi bile dinleme aygıtlarıyla denetim almaya çalışmasına şaşmamalı. Sıkıyönetimlerin ilk işinin de sokağa çıkma yasağı ilan etmek olmasına...
Çünkü sokaklar ve meydanlar devletin dışında kalan alanlar... Devletin dışında kalan gerçek sivil alanlar... 12 Eylül rejiminin en büyük başarısı, ‘dünyaya açılma’ gibi ‘sokağa çıkma’nın da tehlikeli ve güvencesiz olduğunu toplumsal bilinçaltına yerleştirmesi bence.
Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın futbol da, tribünler de devlet dışı bir alan. Hâlâ devam
ediyor mu bilmiyorum ama benim çocukluğumda ortaokullarda futbol oynamak yasaktı. Çünkü devlet futbolu çocukların zihinsel ve fiziki gelişimini bozan, yoz bir faaliyet olarak görüyordu.
Şimdi de resmi ideolojinin ve militarizmin yeniden üretildiği bir alan olarak görülüyor.
Bu yüzden kendiliğinden taraftar hareketlerine, yönlendirilmemiş taraftara tahammül yok. Her olayda seyirci suçlanıyor, statlar kapatılıyor, futbolsever TV başına ya da kahvehanelere sürülüyor.
İlan edilmemiş bir sıkıyönetimde mi yaşıyoruz ne? Hiç kimse maça gitmese asayiş ne biçim berkemâl olacak... Bir arkadaşım anlatmıştı; 12 Eylül sıkıyönetiminde, ‘sokağa çıkma yasağının bitmesini beklerlersek bilet bulamayız’ korkusu yaşarlarmış. Bu yüzden geceyi İnönü Stadı’nın yakınındaki ağaçların tepesinde geçirirlermiş... Taraftarın yaratıcılıktan başka silahı yok.
Radikal/09-04-2009
Post a Comment