Header Ads

Bursa diyarında bir Marksist futbolcu: Ivan Ergiç..

Bursaspor’un bu sezon transfer ettiği Sırp İvan Ergiç ile ilgili önemli bir haber-röportaj var.  Ergiç'in kendisini Marksist olarak tanımlaması oldukça önemli. Ergiç'in içinde bulunduğu futbol dünyasına bakışı ve endüstriyel futbol hakkındaki görüşleri kıymetli.  Almanya’da çıkarılan haftalık “Jungle World” gazetesi, Ergiç’le bir röportaj yapmış. haberveriyorum. net'den Erkin Özalp de çevirisini yapmış. Oradan aktarıyoruz. 

Profesyonel spor dünyasında, siyasetle ve alternatif yaşam biçimleriyle ilgilenen kişilerle gerçekten de nadiren karşılaşılıyor. Bunların bir arada olması mümkün mü?

Beni, sektörün bir parçası olmama rağmen sektör hakkında fazla eleştirel konuşmakla suçlayanlar var. Ama kanımca, bu işlerin içinde olup da her şeyi ve bu arada profesyonel futbolun karanlık yanlarını tarif edebilecek daha iyi bir örnek bulunmuyor. Pek çok insanın, böylesine büyük bir sahnede hangi amaçlara hizmet etmek için yer aldıklarını kavrayamadıklarına inanıyorum. Bu da benim için gerçekten bir ayrıcalık.

Kariyerinde, eleştirel tutumun nedeniyle sorunlar yaşadığın anlar var mı?

Doğrudan olmasa bile, bunu hissetmemek mümkün değil. Bugünün futbol sektörünün işleyiş biçimini eleştirdiğinizde, herkes bundan hoşlanmıyor. Ama nereye kadar gidebileceğimi öğrenmek istiyorum. Basel’deyken şanslıydım, çünkü fikirlerimi büyük bir dirençle karşılaşmadan açıklamamı sağlayacak bir konuma gelebilmiştim. Kuşkusuz, çevredekilerin büyük bölümü farklı şeyler düşünürken bunu yapmak kolay değil. Hayli enerji harcamak gerekiyor. Ama beni değiştirmek çok daha zor.

Sence, profesyonel futbolun ne tür karanlık yanları var?

Çok sayıda karanlık yan var ve sorun şu ki, eğer profesyonel bir futbolcuysan ve çok para kazanıyorsan, ağzını tutmak zorundasın ve eleştiri olanakların son derece sınırlı. Şöyle düşünülüyor: Sen bir profesyonelsin ve sahada elinden gelenin en iyisini yapmakla yetinmelisin. Eğer bunun ötesine geçip belirli şeyleri eleştirmeye başlarsan, bu durum, işverenin ve futbol düzeninin bütünü tarafından hoş karşılanmaz. Ne de olsa, karanlık yanların açığa çıkarılması ve gizli mekanizmaların kamuoyunun bilgisine sunulması onların çıkarlarına uygun düşmez. Futbolun aptallığının korunmasından çıkar sağlayanlar var. Futbol, görüntülerle ve yanılsamalarla yaşar.

Kulislerin ardında yürütülen işlerin ne kadar gayri-insani ve kirli olabildiğini görüyorum ve bu konuda konuşup yazmak bir anlamda arınmamı sağlıyor. Futbolcuların bazı toplumsal sorumlulukları da bulunur ve ben de, büyük futbol dünyası hakkında hayaller kuran çocukların gerçekte nelerin yaşandığını bilmesini, işlerin hiç de gösterildiği kadar hayal edilesi olmak zorunda olmadığının kavranmasını sağlamaya çalışıyorum. Kendi rolümü de buradan hareketle tarif ediyorum. Çok daha güzel ve insanı çok daha fazla mutlu edebilecek başka şeylerin de bulunduğunu anlatmak istiyorum. Futbol, her şey değil. Futbolu ben de seviyorum, “it’s a beautiful game” (güzel bir oyun), onu seviyorum, ama her şey futboldan ibaret değil.

Sanki kendi deneyimlerinden hareketle konuşuyor gibisin.

Elbette. 17 ya da 18 yaşındayken, siyasetle ya da toplumla ilgilenmiyordum. Bana sunulanların esiri durumundaydım: Küçüklüğümden itibaren, yalnızca futbol vardı. Olup bitenleri anlama ve sorgulama aşamasına ulaşmam yıllarımı aldı. Başlangıçta, profesyonel sporcuların üzerindeki baskıdan sıyrılamıyordum. Depresyona da bu nedenle girdiğime inanıyorum.

Özgürleşmen ne zaman ve nasıl başladı?

Çok fazla deneyimim oldu: Yugoslavya’daki savaş, oradan kaçışımız ve depresyonlarım bende ciddi etkilerde bulundu. Babam, dogmatik olmayan bir Marksist. Bana her zaman enternasyonalizm ve sosyalizm gibi idealleri anlattı ve beni her şeyi sorgulamaya, hatta sorgulamacılığın kendisini bile sorgulamaya teşvik etti. Sürekli olarak başka insanlarla, yönetmenlerle, sanatçılarla, öğrencilerle ilişki içindeyim. Bunlar sayesinde felsefeyle ve Frankfurt Okulu’yla tanıştım. Ama beni yalnızca Adorno ve Marcuse değil, Fromm ve Sartre da etkiledi.

Pek çok kimse tarafından Yugoslavya’nın dağılmasının başlangıcı sayılan Kızılyıldız-Dinamo Zagreb maçını hatırlıyor musun?

O dönemde çok küçüktüm. Ama bugünden bakıldığında, o maçın savaşın haberciliğini yapmış olduğu kesin. Tüm bunların yaşanmış olmasını son derece üzücü buluyorum. Yugoslavya’nın çok güzel bir ülke olduğunu düşünüyordum. Kuşkusuz, Tito’nun yönetimi altında yaşamak mükemmel değildi; ama geçici bir tarihsel dönem ya da bir sosyalizm deneyimi olarak, tüm diğer Doğu Bloku ülkelerine göre daha iyiydi. Çok halklı bir devlet yaratma girişimi ve Tito’nun bağlantısızlık politikası bence doğruydu. Buna rağmen, ulus ve ulusal gurur düşünceleri bana hitap etmiyor. Tüm bunlar bana çağdışı ve arkaik görünüyor.

Durumunun hiç de iyi olmadığı bir dönemden geçmiştin. Ağır bir hastalık nedeniyle kenara çekilmiştin, depresyona girmiştin ve psikiyatrik gözetim altında tutulmuştun. Çevrenden ne tür tepkiler almıştın?

Profesyonel futbol dünyasında, eşcinselliğe nasıl bakılıyorsa psikiyatrik hastalıklara da öyle bakılıyor. Bu konuya bir tabu gibi yaklaşılıyor. Bu duruma düşülmemesi gerektiği düşünülüyor. Bunun ardında da, bugün bile futbolun yapısal unsurları arasında yer alan maçoluk var. Futbol, erkeksiliğin ve maçoluğun yeniden üretildiği bir alan. Depresyona girenler, futbol dünyasının profesyonel futbolcular hakkındaki beklentilerine uymuyor; zayıf görünmemek gerekiyor. Söz konusu dönemde benim için de zayıf bir insan ve eşcinsel olduğum söylenebilmişti.

Alman erdemleri diye anılan değerlerin bir parçası sayılan maçoluğa dayalı futbol anlayışını nasıl değerlendiriyorsun?

Alman Spor Kanalı’ndaki (DSF) “Verkaç” (Doppelpass) programını pek çok kez izledim. [Program katılımcılarından] Udo Lattek, bu askeri futbol yaklaşımının doğru olduğunu düşünüyordu. Effenberg, Oliver Kahn ve bugünlerde de van Bommel tarafından ete kemiğe büründürülen sonuca odaklı, tek boyutlu oyun biçiminin, futbol ve genel olarak spor hakkındaki bu askeri düşünce tarzının bugün bile geçerliliğini korumasını üzücü buluyorum. Örneğin, Barcelona, futbolun yalnızca üretken olması gerektiğini söyleyenlerin gözünde büyük bir sorun oluşturuyor. Teknik direktörlerin pek çoğu, futbolcularının saldırgan olmasını istiyor. Tüm kariyerim boyunca yalnızca üç kez sarı kart görmüş olduğumu söylediğimde bana gülüyorlar. Ama ben böyleyim ve bu durumu değiştiremem.

Barcelona, Arjantin’e dünya kupasını kazandırmış olan Cesar Luis Menotti’nin bir zamanlar propagandasını yapmış olduğu üzere, “sol” bir futbol mu oynuyor?

Böyle olduğunu düşünüyorum. Menotti’yi doğru anladıysam, herkese, kendisini geliştirmesini mümkün kılacak olan bireysel özgürlükleri sağlamaktan söz ediyor. Herkesin kendisini mükemmelleştirmesini sağlayan bir oyunculuk tarzı... Doğal olarak, işin içinde kolektif bir düşünüş biçimi bulunmalı; ama aynı zamanda, Hollandalıların “Toplam Futbol” dedikleri şeye de bir miktar benzemeli. Her bir bireye kendisini özgürce geliştirme olanağı sunulmalı ve toplumda da benzer koşullar yaratılmalı. Belki bu hedeflere ulaşmak bir miktar zaman alacaktır; ama sonuçta herkes mutlu olacaktır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.