Şimdi bir milli takım reklamına gidiyoruz..
Milli takım iki tane 90 dakikalık futbol maçı oynayacak, televizyonlarda milli takım üzerinde üretilmiş 900 saatlik reklâm izliyoruz. Üstelik döne döne okunanlar üç tanecik reklâm filmi... Ben artık bu reklâmlar her çıktığında ya kanalı değiştiriyorum ya da televizyonumun sesini kısıyorum. Bu yazıda o reklamlarda ne dendiğini kelimesi kelimesine aktaramazsam beni bağışlayın.
Pekiyi ben kimim?
Reklâm filminin birinde “Biz kimiz” sorusu soruluyor. Ardından bir dizi kusursuz vasıf sıralanıyor ve ‘tekçi’ bir kimlik tanımlanıyor. Tabii zaafları, zayıflıkları, kararsızlıkları olan benim gibi sıradan biri, böyle kusursuz bir üst varlığın parçası olarak göremiyor kendini.
‘Karşı kamptan’, ‘öteki’lerden, ‘amma siiiz!’den biri kalmaya mahkum oluyor.
Oysa şöyle denebilirdi. “Biz kazanma hırsını zaman zaman saldırganlığa vardırsak da sonradan pişman olur içten özeleştiri yapar, özür dilemeye çalışırız.. Herkesi kendi farklılığı içinde kabul eder, bunlardan bir güç, bir yaratıcılık çıkarırız... Yenilgiyi vakarla hazmeder, yengiyi alçakgönüllülükle karşılarız... Yaptığımız işe kendimizi kaptırır ama bu işi yapıyoruz diye kimseye üstünlük taslamaz, kimseyi baskı altına almayız... Nihayet, futbol oynuyorsak, bunu eğlenmek ve başkalarını eğlendirmek için, tabii bu arada ekmeğimizi kazanmak için yaptığımızı biliriz...”
Böyle dense, ben de “hah işte ben bu bizden olmak isterim” diye bayram yapacağım.
Bu reklâmın sonunda ise “Dünya büyükse biz de büyüğüz” gibisinden özlü bir deyiş geliyor... Geçmişimizde üç kıtada at oynatmış, kılıç sallamış bir imparatorluk olmasından mı nedir, şu ‘büyüklük’ işine takmış bir milletiz. Ölçü belirtirken ‘küçüklük’ değil, ‘büyüklük’ deriz. Isı belirtirken ‘soğukluk’ değil ‘sıcaklık’...
Beş harfçik ‘büyük’ sözcüğü, bütün tarihsel ve toplumsal komplekslerimizi kapsayan kocaman bir parantezdir neredeyse...
Dünyanın parçası olmak yerine dünyayla sürekli boy ölçüşmek bir başka milli hasletimiz... Çocuğunu sokağa salmayan babanın kaygısı gibi “dünya kötülüklerle dolu ve bizi ham yapmak için bekliyor”... Oysa
fikirlerimin uyuştuğu bir büyüğümüzün dediği gibi bırakın büyümeyi, “dünya giderek küçülüyor, bir köye dönüşüyor”.
Bu köyün onurlu bir parçası olmak varken, neden bu korku?
Üstelik büyük olmak her zaman, hattâ, genellikle makbul bir şey de değil. Küçük ama üretim ilişkileri ve üretici güçleri gelişkin, işsiz sayısı çok küçük, gelir farkları minnacık bir ülkemiz olsa fena mı olur... Kıyılarımız çok az yağmalansa, ormanlarımızın çok azı yakılmış olsa, şehirlerimiz çok az bozulsa fena mı olur... Tarihten kalmış meselemiz olmasa, kısacık bir anayasamız olsa (ya da hiç olmasa), hapisteki insan sayısı minnacık olsa, sansür ve kısıtlamalar devede kulak kalsa fena mı olur... Başarı kazandıkça, bunu yaratanlar küçülse fena mı olur...
Küçük ve örgütlü futbol oynasak, mesela Cumartesi akşamı İspanya’nın yaptığı gibi küçük paslarla oyun kursak,
faul sayımız 8 (yazıyla, sekiz) gibi küçücük bir sayıda kalsa fena mı olur!
Bir aman verin yahu
Bir başka kâbus reklâm da ‘Amansız’... El hak, bu lâf mesaj türetmeye çok uygun. Bakınız Pazar günkü Radikal’in milli maç başlığına: “Amansızın hakkından Pique geldi.”
Tabii bu lâfı duydukça benim aklıma İlhan Mansız geliyor. Maç yorumumda yazdığım gibi, İ. Mansız, P. Nouma gibi kişilikleri sindirememiş, terbiye etmeye çalışmış, sonra milli takıma kaptan diye el-kol hareketçisi birini çıkarmış futbol kültürümüzde, ‘amansızlık’ gazının sıradanlığı bana hakikaten pek yavan geliyor.
Üstelik buna hayvanlar âlemi alet edilmiş. Hayvanlardan alınan ise sadece saldırganlık. “Hani sonuna, Saracoğlu’ndaki meşhur Almanya Ümit Milli ve İsviçre A milli maçlarından görüntüler koysaydınız tam olacaktı” diyeceğim ama demiyorum.
Hayvanlara ayıp olacak. Çünkü onlar iktidar kırsıyla değil, biriktirmek için değil, yenilgiyi hazmedemedikleri için değil, sadece hayatta kalmak için saldırıyorlar.
Oysa futbol oyunuyla ilişkilendireceksek hayvanların hayatla ve doğayla uyumundan söz edebiliriz pekâlâ... Her gün yeni bir güne uyandıklarını, hayatla dolaysız ve beklentisiz ama zorlu bir ilişki yaşadıklarını, ‘Benlik’ duygusu, dolayısıyla sorunu yaşamadıklarını, ilişkilerinde açık ve art niyetsiz olduklarını aklımızda tutabiliriz.
Böyle bir açıdan baktığımızda Milli takıma ilişkin soracağımız, bu akşamki maça da ışık tutacak bir dizi soru var.
Neden Fatih Terim, Avrupa şampiyonasındaki o muhteşem ama kolay tekrarlanamaz ‘geri dönüş maçları’nı, futbolcuların kendiliğinden direnişine değil, kenardan verilmiş bilinçli bir taktiğe bağlamaya
çabalıyor hâlâ? Bunun yerine, neden bir zamanlar Galatasaray’da yaptığı gibi, yepyeni bir top oynamaya çalışan, taraflı tarafsız herkesin ilgisini çeken bir takım yaratmaya yönelmiyor?
Sürekli sakatlıklardan, eksiklerden, lig mücadelesinin yarattığı moralsizlikten yakınıyoruz de neden hep aynı isimlerde ısrar ediyoruz? Neden genç ve yükselişteki oyunculardan, dinamik ve hevesli bir
‘art cephe’ yaratamıyoruz? Neden minik takımlardan başlayarak A takıma kadar akışkan ve zenginleşen bir
gelişim süreci oluşturamıyoruz?
Neden hep durarak, duraklayarak maç yapıyoruz? Maçların durduğu anlar neden bize çekici geliyor? Neden bıktırıcı ölçüde itiraz ediyor, sakatlanınca yerden kalkmak bilmiyoruz? Bunun için mi oyunun görece daha az kesintiye uğradığı uluslararası maçlarda 60. dakikadan sonra pilimiz bitiyor?
Ve nihayet neden her yengiyi takım oyununa ve hocanın taktiğine bağlıyoruz da, her yenilgiyi ya kaçırılan pozisyonlara ya da bireysel hatalara ya da hakeme bağlıyoruz? Neden savunma ve atak kavramlarının aynı şeyin duruma göre farklı tezahürleri olduğunu anlamıyoruz? Neden futbol oyununun bir salisenin öteki saliseyi belirlediği kesintisiz bir doğaçlama süreç olduğunu, sadece iki takımın değil, sayısız zıtlığın birlik içinde mücadele ettiğini göremiyoruz?
Pas versene Mandela
Güney Afrikalı çocukların bizim futbolcuların adlarını aldıkları reklâm ise insancıllığıyla öteki ‘biyonik savaş makinesi’ filmlerinden ayrılıyor. Gerçi ‘ikinci dünya’dan ‘üçüncü dünya’ya bakar havada,
Afrika’nın yoksulluğundan kendimize bir refah payı çıkartıyor gibiyiz. Biz zemini düzgün bir yeni stat yapamazken
o yoksul Güney Afrika Dünya Kupası düzenliyor, bunu da unutuyoruz.
Ama olsun. Dünya Kupası final maçı ile arsada çocukların top peşinde koşmasının özünde aynı şey olduğunu hatırlatıyor bize bu reklâm... Ayrıca, dünyanın bir ucunda bir zamanlar dilleri ve adları yasaklanmış çocukların, bu kez gönüllü olarak bizim futbolcuların adlarını alacaklarını hayâl etmek bile güzel.
Ancak görünen o ki, 2010 Dünya Kupası oynanırken, zamanında en yetenekli futbolcumuza ‘Şifo’ adını verdiğimiz gibi ‘Messi’, ‘Çavi’, ‘Robben’, ‘Gerrard’ diye seslenecek birbirlerine bizim çocuklarımız.
Tabii top oynayacak arsa bulurlarsa... Zorla kuran kurslarına yollanmaz ya da taş attılar diye otuzar yıl hapis talebiyle yargılanmazlarsa.
Pekiyi ben kimim?
Reklâm filminin birinde “Biz kimiz” sorusu soruluyor. Ardından bir dizi kusursuz vasıf sıralanıyor ve ‘tekçi’ bir kimlik tanımlanıyor. Tabii zaafları, zayıflıkları, kararsızlıkları olan benim gibi sıradan biri, böyle kusursuz bir üst varlığın parçası olarak göremiyor kendini.
‘Karşı kamptan’, ‘öteki’lerden, ‘amma siiiz!’den biri kalmaya mahkum oluyor.
Oysa şöyle denebilirdi. “Biz kazanma hırsını zaman zaman saldırganlığa vardırsak da sonradan pişman olur içten özeleştiri yapar, özür dilemeye çalışırız.. Herkesi kendi farklılığı içinde kabul eder, bunlardan bir güç, bir yaratıcılık çıkarırız... Yenilgiyi vakarla hazmeder, yengiyi alçakgönüllülükle karşılarız... Yaptığımız işe kendimizi kaptırır ama bu işi yapıyoruz diye kimseye üstünlük taslamaz, kimseyi baskı altına almayız... Nihayet, futbol oynuyorsak, bunu eğlenmek ve başkalarını eğlendirmek için, tabii bu arada ekmeğimizi kazanmak için yaptığımızı biliriz...”
Böyle dense, ben de “hah işte ben bu bizden olmak isterim” diye bayram yapacağım.
Bu reklâmın sonunda ise “Dünya büyükse biz de büyüğüz” gibisinden özlü bir deyiş geliyor... Geçmişimizde üç kıtada at oynatmış, kılıç sallamış bir imparatorluk olmasından mı nedir, şu ‘büyüklük’ işine takmış bir milletiz. Ölçü belirtirken ‘küçüklük’ değil, ‘büyüklük’ deriz. Isı belirtirken ‘soğukluk’ değil ‘sıcaklık’...
Beş harfçik ‘büyük’ sözcüğü, bütün tarihsel ve toplumsal komplekslerimizi kapsayan kocaman bir parantezdir neredeyse...
Dünyanın parçası olmak yerine dünyayla sürekli boy ölçüşmek bir başka milli hasletimiz... Çocuğunu sokağa salmayan babanın kaygısı gibi “dünya kötülüklerle dolu ve bizi ham yapmak için bekliyor”... Oysa
fikirlerimin uyuştuğu bir büyüğümüzün dediği gibi bırakın büyümeyi, “dünya giderek küçülüyor, bir köye dönüşüyor”.
Bu köyün onurlu bir parçası olmak varken, neden bu korku?
Üstelik büyük olmak her zaman, hattâ, genellikle makbul bir şey de değil. Küçük ama üretim ilişkileri ve üretici güçleri gelişkin, işsiz sayısı çok küçük, gelir farkları minnacık bir ülkemiz olsa fena mı olur... Kıyılarımız çok az yağmalansa, ormanlarımızın çok azı yakılmış olsa, şehirlerimiz çok az bozulsa fena mı olur... Tarihten kalmış meselemiz olmasa, kısacık bir anayasamız olsa (ya da hiç olmasa), hapisteki insan sayısı minnacık olsa, sansür ve kısıtlamalar devede kulak kalsa fena mı olur... Başarı kazandıkça, bunu yaratanlar küçülse fena mı olur...
Küçük ve örgütlü futbol oynasak, mesela Cumartesi akşamı İspanya’nın yaptığı gibi küçük paslarla oyun kursak,
faul sayımız 8 (yazıyla, sekiz) gibi küçücük bir sayıda kalsa fena mı olur!
Bir aman verin yahu
Bir başka kâbus reklâm da ‘Amansız’... El hak, bu lâf mesaj türetmeye çok uygun. Bakınız Pazar günkü Radikal’in milli maç başlığına: “Amansızın hakkından Pique geldi.”
Tabii bu lâfı duydukça benim aklıma İlhan Mansız geliyor. Maç yorumumda yazdığım gibi, İ. Mansız, P. Nouma gibi kişilikleri sindirememiş, terbiye etmeye çalışmış, sonra milli takıma kaptan diye el-kol hareketçisi birini çıkarmış futbol kültürümüzde, ‘amansızlık’ gazının sıradanlığı bana hakikaten pek yavan geliyor.
Üstelik buna hayvanlar âlemi alet edilmiş. Hayvanlardan alınan ise sadece saldırganlık. “Hani sonuna, Saracoğlu’ndaki meşhur Almanya Ümit Milli ve İsviçre A milli maçlarından görüntüler koysaydınız tam olacaktı” diyeceğim ama demiyorum.
Hayvanlara ayıp olacak. Çünkü onlar iktidar kırsıyla değil, biriktirmek için değil, yenilgiyi hazmedemedikleri için değil, sadece hayatta kalmak için saldırıyorlar.
Oysa futbol oyunuyla ilişkilendireceksek hayvanların hayatla ve doğayla uyumundan söz edebiliriz pekâlâ... Her gün yeni bir güne uyandıklarını, hayatla dolaysız ve beklentisiz ama zorlu bir ilişki yaşadıklarını, ‘Benlik’ duygusu, dolayısıyla sorunu yaşamadıklarını, ilişkilerinde açık ve art niyetsiz olduklarını aklımızda tutabiliriz.
Böyle bir açıdan baktığımızda Milli takıma ilişkin soracağımız, bu akşamki maça da ışık tutacak bir dizi soru var.
Neden Fatih Terim, Avrupa şampiyonasındaki o muhteşem ama kolay tekrarlanamaz ‘geri dönüş maçları’nı, futbolcuların kendiliğinden direnişine değil, kenardan verilmiş bilinçli bir taktiğe bağlamaya
çabalıyor hâlâ? Bunun yerine, neden bir zamanlar Galatasaray’da yaptığı gibi, yepyeni bir top oynamaya çalışan, taraflı tarafsız herkesin ilgisini çeken bir takım yaratmaya yönelmiyor?
Sürekli sakatlıklardan, eksiklerden, lig mücadelesinin yarattığı moralsizlikten yakınıyoruz de neden hep aynı isimlerde ısrar ediyoruz? Neden genç ve yükselişteki oyunculardan, dinamik ve hevesli bir
‘art cephe’ yaratamıyoruz? Neden minik takımlardan başlayarak A takıma kadar akışkan ve zenginleşen bir
gelişim süreci oluşturamıyoruz?
Neden hep durarak, duraklayarak maç yapıyoruz? Maçların durduğu anlar neden bize çekici geliyor? Neden bıktırıcı ölçüde itiraz ediyor, sakatlanınca yerden kalkmak bilmiyoruz? Bunun için mi oyunun görece daha az kesintiye uğradığı uluslararası maçlarda 60. dakikadan sonra pilimiz bitiyor?
Ve nihayet neden her yengiyi takım oyununa ve hocanın taktiğine bağlıyoruz da, her yenilgiyi ya kaçırılan pozisyonlara ya da bireysel hatalara ya da hakeme bağlıyoruz? Neden savunma ve atak kavramlarının aynı şeyin duruma göre farklı tezahürleri olduğunu anlamıyoruz? Neden futbol oyununun bir salisenin öteki saliseyi belirlediği kesintisiz bir doğaçlama süreç olduğunu, sadece iki takımın değil, sayısız zıtlığın birlik içinde mücadele ettiğini göremiyoruz?
Pas versene Mandela
Güney Afrikalı çocukların bizim futbolcuların adlarını aldıkları reklâm ise insancıllığıyla öteki ‘biyonik savaş makinesi’ filmlerinden ayrılıyor. Gerçi ‘ikinci dünya’dan ‘üçüncü dünya’ya bakar havada,
Afrika’nın yoksulluğundan kendimize bir refah payı çıkartıyor gibiyiz. Biz zemini düzgün bir yeni stat yapamazken
o yoksul Güney Afrika Dünya Kupası düzenliyor, bunu da unutuyoruz.
Ama olsun. Dünya Kupası final maçı ile arsada çocukların top peşinde koşmasının özünde aynı şey olduğunu hatırlatıyor bize bu reklâm... Ayrıca, dünyanın bir ucunda bir zamanlar dilleri ve adları yasaklanmış çocukların, bu kez gönüllü olarak bizim futbolcuların adlarını alacaklarını hayâl etmek bile güzel.
Ancak görünen o ki, 2010 Dünya Kupası oynanırken, zamanında en yetenekli futbolcumuza ‘Şifo’ adını verdiğimiz gibi ‘Messi’, ‘Çavi’, ‘Robben’, ‘Gerrard’ diye seslenecek birbirlerine bizim çocuklarımız.
Tabii top oynayacak arsa bulurlarsa... Zorla kuran kurslarına yollanmaz ya da taş attılar diye otuzar yıl hapis talebiyle yargılanmazlarsa.
Radikal/01-04-2009
çok teşekkür ederim muhteşem bir yazı
YanıtlaSiladam dövmeye gider gibi maça gidiyoruz miletçe.
bilgin gökberk bir kere şöyle yazmıştı.
"90 dakikayı iyi oynasak bile sonrasını beceremiyoruz"
kazansakta kaybetsekte 90 dakikanın sonunda eğer o maçı izlediğimiz için keyif alamıyorsak demek ki boşuna seyrediyoruz futbolu.
bizim milli takımımızda da bu durum var sanki.
hiç bir maçımızdan sonra huzur içinde yatağa giremiyor insan.