Header Ads

Siyaset içeri, siyaset içeri...

Bank Asya 1. Lig gerçek Türkiye ligi ama sansasyonel haberler dışında merkezi medyanın ilgisine mazhar olamıyor. Olunca da yarım yamalak oluyor... Geçen pazar Bolu’da yaşanan protesto gibi. Efendim o gün Boluspor, Kasımpaşa ile karşı karşıya geliyor. Başta Bakan Murat Başesgioğlu olmak üzere siyasi erkân, seçim meydanlarının vazgeçilmez aksesuarı takım atkılarını boyunlarına dolamış, tribünde yerlerini almış... 
Rakip, Bolu’nun Süper Lig’e çıkma mücadelesi verdiği Kasımpaşa. Böyle olunca, akla saha dışı kaygılar gelmiyor değil. Kaygılar İstanbul takımının adında ‘Paşa’ sözcüğünün bulunuyor olmasından değil tabii. Başbakan’ın resmi kulübü olmasından.
Neyse, dakikalar 44’ü gösterdiğinde ev sahibi takımdan Ilgar Gurbanov kırmızı kart görüyor. Neden kart gördüğünü medyadan bir türlü öğrenemiyoruz. Pek önemli değil. Çünkü Bolulu seyirciler o anda kararını veriyor: “Bu işte Başbakan’ın, dolayısıyla hükümetin parmağı var.” Başlıyorlar Şeref Tribünü’ne pet şişe yağdırmaya. “Yahu Bolu’da sokaklardan memba suyu akıyor, şişe suyuna ne ihtiyacı var” demeyin. Biliyorsunuz, pet şişenin futbolda başka işlevi var; aktif protesto... Şişe yağmurunda  AKP İl Başkanı isabet alıyor, Bakan tribünü terk etmek zorunda kalıyor.
Bence bu da önemli değil. “Şişe yağmuru” bizim futbolun içinde olan bir şey. Dışında olsaydı, bir zamanların ‘GS-FB Pet Şişe Derbisi’ yarıda kalırdı.  Bizde “Kelleni uçururum” diye işaret yaparsınız, hakem görür bir şey demez. Kelle uçurmakla övünen bir milletin ahfadıyız çünkü... Sahaya rögar kapağı atılır, tribünde bıçaklar çekilir. Yiğitliğin şanından sayılır bunlar... Tribüne hareket çekersiniz, Milli Takım’a kaptan olursunuz... Devre sonlarında hakemin üzerine yürür, adamın suratına suratına bağırırsınız, adı motivasyon olur, ‘hak arama’ olur. Yeter ki, işaret parmağınızı baş parmağınızla birleştirip ‘kart’ işareti yapmayın. Yandınız o zaman.
Mızıkçılık yok
Bunlar sıradan olaylar da, pet şişe yağdırırken ilginç bir slogan atmış taraftar. “Siyaset dışarı” diye bağırmış.  İşte orda ayıp etmişler. Beyler, siz değil misiniz, belediyeden ‘yardım’ isteyen... Belediye başkanı seçilme koşulunu bu yardıma bağlayan... Seçim meydanlarında boynuna takım atkısı dolayan parti liderlerine ‘çok yaşa’ diye alkış tutan... Ne oldu? Sizden daha fazla iltimasa mazhar bir takım çıkınca mı işler bozuldu!
Büyük olasılıkla Kasımpaşa’nın bu olanlarda günahı yok. Zaten son haftalarda puan üzerine puan kaybediyorlar... Ama yarın Kasımpaşa taraftarının, haksızlığa uğradığını düşündüğü ilk olayda, hıncını siyasetten ve siyasetçilerden çıkaracağı kesin. Siyasilerden kayırma ve koruma peşinde koşacağı kesin... Bunu sağlayamayan yöneticilerini beceriksizlikle suçlayacağı da.
Çünkü böyle alışmışız. Siyaset bizde devlet demek, hükümet demek, otorite demek. Devlet her şey yapabilir, kimseye hesap vermez. Sorumlu değildir. Ondan sadece ihsan, himmet ve sadaka beklenir. Bu beklentilerin adıdır siyaset. Fırsatçılığın adıdır.
Seçim zamanları ise yoksulların bir şeyler koparmasının tam zamanıdır. İstediğiniz olmazsa siyaseti suçlarsınız. Acizliğinizin hıncını siyasetten alırsınız. Siyaset kötüdür... Evine gelen elektriği, suyu, doğalgazı devletin bir lütfu gören, bu yüzden faturasına bakmayan, baksa bile fahiş ücretlerin ve vergilerin hesabını sormak aklına gelmeyen bir millet, sadece iktidardan bir şeyler bekler, alamayınca da siyaseti kötüler.
Onlarca baskı ve cinayetten öte, 12 Eylül rejiminin toplumda yaptığı en derin tahribat, insanları siyasete yabancılaştırması, hakkını aramaktan korkar hale getirmesi değil midir?
Propaganda aracı
Ankara’da büyük afişler gördüm: ‘19 Mayıs Avrupa stadı olacak’, ‘Esenboğa tesisleri çağdaş düzeye çıkacak’ gibisinden şeyler. Söyleyen de Belediye Başkanlığı’na yeniden aday olan Melih Gökçek... Nasıl olacak? Ankaragücü küme düşecek. Ankaraspor, Ankaragücü adını alacak. Belediyenin kaynakları buraya akacak. Takım Avrupa kupalarında oynayacak, halkın parasıyla yapılan çağdaş tesislerde hazırlanacak...
Bütün bunlar zaten Ankara kulüplerinin yönetimlerinin görevi değil mi? Belde halkının yaşayacağı insanca koşulları yaratmakla ve sivil girişimleri korumakla yükümlü belediyelerin ne ilgisi var Avrupa maçıyla!
Var tabii. Milleti kafalamanın en kısa yolu futbol. Bakın seçim mitinglerine... Liderler bir kentten ötekine gidiyor, boyunlarındaki takım atkısı anında değişiyor. Bukalemun bile bu kadar çabuk renk değiştirmez... Bu arada bu memleketin çocukları top oynayacak saha bulamıyor, var olan sahalar da yağmalanıyor, ne gam. Başkan bize Avrupa finali oynatacak!
Futbol duygusal bağa dayanan bir etkinlik... Tribünler toplu davranılan bir alan. Toplumda ne varsa burada büyütülerek yeniden üretiliyor. Tribünde olanlar anında topluma yayılıyor, 
‘gösteriliyor’. İşte Bolu’da olanlar gibi... Bir zamanlar Beşiktaş tribünlerinde daha sık görüldüğü gibi, taraftarın kendi dinamiği içinde ürettiği siyasal-toplumsal mesajlara diyecek bir şey yok. Bunları sansürlemeye, terbiye etmeye çalışmanın da anlamı yok. Çünkü insanların kendilerini doğrudan ifade ettikleri bir alan orası.
Ne var ki muktedirler futbolun duygusal mecra olma özelliğini iktidarlarını korumak için kullanmışlar hep. Bu ülkede kulüpler 1908’in özgürlük ortamında kurulmuş ama İttihat ve Terakki Darbesi’yle birlikte iktidarın dümen suyuna sokulmaya çalışılmış. İttihat Terakki Cuntası’nın lideri Talat Paşa, Turancılıktan esinlenerek Altınordu diye kulüpler kurmuş. Ülkeyi her cephede savaşa sokmuşken, bu takımda oynayanlara askerliklerini 
İstanbul’da yapma ayrıcalığı getirmiş... Cumhuriyet’te tek parti yönetimi, bir yandan futbolu ‘yozlaşmanın anası’ diye aşağılarken bir yandan da devlet eliyle Ateş-Güneş kulübünü kurmuş. 
Görülmedik averaj numaralarıyla devlet takımını şampiyon ilan etmiş... 
Bu iş tutmayınca parti ileri gelenlerini kulüplerin başına getirmiş... Demokrat Parti ve sonraki Adalet Partisi dönemlerinde iş ayyuka çıkmış. Her bakan bir kulübü ele geçirmiş. ‘Her kasabaya  bir profesyonel takım vaadi’ en akıllı seçim yatırımı olmuş... 
12 Eylül Diktası kararıyla Ankaragücü’nün Birinci Lig’e çıkarılmasını çoğumuz dün gibi hatırlıyoruz... 
Üstelik, ‘Türkiye Kupası’nı kazanan takım Birinci lige çıkar’ diye pek ‘adil’ bir karar alınarak... Bunun için kupa finalinde Boluspor devlet eliyle katledilmiş... Yani Boluspor tarihsel olarak hassas böyle şeylere. Hatırlıyorum, buz gibi golleri sayılmazken hiçbir Bolulunun aklından şeref tribününe şişe atmak geçmemişti. Geçse bile cesaret edememişlerdir. Etseler idamla yargılanırlardı vallahi.
Siyaset-su bize lazım
“Bak bugün hiç olmazsa şişe atabiliyorlar” diyebilirsiniz. Atıyorlar da, futbolcularına, belki de yerinde bir kararla kırmızı kart gösterilince atıyorlar. O zaman ‘siyaset dışarı’ demek akıllarına geliyor. Oysa bu tavrı takımları siyasete alet edilince, seçim uyanıklıklarına 
çerez yapılınca göstermeleri gerekirdi. 
“O atkılarda bizim takımlarımıza olan sevgimiz var, takımların peşinde yaşadığımız sevinçler hüzünler var, onları boynunuza bu kadar kolay dolayamazsınız” demeleri gerekirdi.
Siyasete alet olmak istemiyorsanız 
siz siyaset yapacaksınız. ‘Siyaset içeri’ diyeceksiniz. Ülke hakikatleriyle yüzleşecek, tavrınızı baştan koyacaksınız. 
İktidar sahiplerini seçim vaatleri oyunundan memleket hakikatleri sahasına çekeceksiniz. Güçlerini sınırlı ve halka sorumlu biçimde kullanmaya zorlayacaksınız 
muktedirleri... En başta da gönül verdiğiniz kulübü yönetenleri...
Bu yol 1908’lerin, Nisan 1920’lerin, 15-16 Haziran 1970’lerin yolu... 
Zevkli ama zorlu ve yakıcı bir yol. Pet şişelerdeki suya orada ihtiyaç var.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.