Mustafa Denizli'yi büyük yapan ne?
Beşiktaş’ı şampiyon yapan Mustafa Denizli’yi anlatmaya çalışırken, Çeşme’nin hayatındaki yerini, kornerden attığı golleri, Altay’ın Büyük Mustafa’sını bir yerlere sıkıştıracağım elbet... Lakin istiyorum ki onu, benim cümlelerimden önce, okuduğum bir gazete haberi anlatsın. Haberin doğru olup olmadığı, ayrıntıların sahiden haberdeki gibi yaşanıp yaşanmadığı çok önemli değil. Biz doğruymuş kabul etsek yeter:
“Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’in sevinci kursağında kaldı... Demirören, 19 yıl aradan sonra siyah-beyazlılara çifte kupa mutluluğu yaşatan Mustafa Denizli’yle sözleşmesini uzatmak için yaptığı görüşmede duyduğu sözler karşısında adeta şoke oldu. Demirören, Denizli’ye ‘Önümüzdeki sezon nasıl bir takım kuracağız? Hangi şartlarda sözleşmeyi uzatacağız’ konuşması yapmaya hazırlanırken şampiyon hoca, herkesi şoke eden açıklamasını yaptı: ‘Kusura bakmayın, ben ayrılmaya karar verdim.’ Denizli’nin sebepleri ise şunlardı:
‘Bu iş artık yapılacak iş değil... Türkiye’nin futbol ortamı ortada... Beşiktaş camiası beni kabul etti ama sıkıntılarım da oldu. Bazı yöneticilerin benim tarzımdan rahatsız olduklarını da duydum. Kendi kendime bir değerlendirme yaptım. Zaten sizinle yaptığım anlaşma 8 aylık bir süreyi kapsıyordu. Bu sürede alınabilecek bütün kupaları da aldık, kendimi görevimi başarıyla tamamlamış olarak addediyorum. Ama inanın çok yoruldum. Son 4 aydır gözüme uyku girmedi, özel hayatım bile bozuldu. Bana anlayış göstermenizi bekliyorum.”
Vatan gazetesi Spor Müdürü İbrahim Seten’in haberinin geri kalanı da çok önemli değil. Mustafa Hoca, “Paran mı az geldi?” sorusuna “Bu kararı alırken para aklımın ucundan geçmedi” yanıtını veriyor, üç saatlik dil dökme sonucunda zorla da olsa bir yıllığına kalmaya ikna ediliyor.
Mustafa Denizli, işte bu adam... Kendi kariyerine altın harflerle geçecek bir sezonu geride bıraktıktan sonra, üstelik bu işi çocukluğundan beri gönül verdiği ve hep hayalini kurduğu takımla yapmışken “Ben çok yoruldum” diyerek oyundan çıkan adam.
Küçük adımları sevdi
Hani hepimiz hayatın boğazımızı sonuna kadar sıktığı bir noktada, zorlandığımız için değil ama sadece ciğerlerimize biraz daha fazla oksijen dolsun diye kaçıp gitmek isteriz ya... Hani bir işi layıkıyla yaptığımızı düşündüğümüz noktada aslında kalmakla gitmek arasındaki mesafe hızla kapanmıştır ya... Hani herkes bizim elde ettiğimiz başarının üstünde yıllarca tepineceğimizi düşünür ya... Tam da o noktada kapının hemen yanına asılı ceketimiz şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla çekici görünür ya... İşte o ceketi tam o anda sırtına geçirip ilk bulduğu İzmir uçağına atlayarak, soluğu o çok sevdiği Çeşme’deki balık lokantasında alan adam Mustafa Denizli...
Serde hasbelkader bir futbol yazarlığı olduğu için ucundan kıyısından dahil olduğum futbol ortamlarında yıllardır Denizli’nin çalışmaktan hazzetmediği söylenir, durur. Açıkça dillendirilmez ama onu, o çok sevdiği Etiler kafelerinde el etek öperek selamlayanlar, arkasından ‘Tembel adam’ sıfatını sakınmadan yapıştırırlar. Tembel olmak suçmuş gibi... Oysa ki her halinden bellidir Büyük Mustafa’yı hayatta sadece futbolla yaşamanın kesmediği... Meselenin sadece tembellik olmadığı...
Hayatının merkezine sadece futbolu koyan hiçbir insan evladı anlamaz bu kadar kolay vazgeçmeyi. Onlar için kariyer üst üste atılan büyük adımlardan başka bir şey değildir çünkü. Çünkü küçük adımlarla Çeşme sahillerinde nefes almak, yaşadığını hissetmek ‘iş’ değildir. Küçük adımlar atmak, ‘işten’ bile değildir.
Aynı Mustafa Denizli’nin Altay’da bir yıldız gibi parladığı futbolculuk günlerinde, Kahpe Bizans İstanbul’un büyük takımlarından gelen teklifleri hiç düşünmeksizin reddedişini de anlamaz bu insan türü... Oysa Büyük Mustafa tam 34 yaşına kadar İstanbul’a yüz vermemiş, kornerden gollerini sadece İzmir’de hep Karşıyaka ve Göztepe’nin gölgesinde kalan Altay için atmayı tercih etmiştir. Küçük adımları hep sevmiştir Denizli.
O maçı düşündü mü?
Oyunculuk kariyerinin son senesinde Galatasaray’a transfer olması ise futbolun padişahlarına ‘nanik’ yapmak gibiydi. Bu transfer, belki de hayatının geri kalanını belirledi. Galatasaray camiasıyla tanıştı ve oyunculuk kariyerine nokta koyduktan hemen sonra, Türk futbolunda bir devrime imza atan Alman usta Jupp Derwall’in yardımcısı olarak görev yapmaya başladı.
Derwall’le yaşadıkları çok yazılıp çizildi. Yazılanların çoğu Derwall’le yaptığı kavgalar üzerineydi. Takımın nasıl yönetileceğine dair sözünü hiç sakınmadığı anlatılır hep. Sözünü daha o yıllarda bile sakınmadı çünkü hayatta hiçbir şey Denizli için vazgeçilmez olmadı. O, kulübede çıt çıkarmadan oturup teknik direktörüne menemen pişirenlerden değildi.
Yazıyı futbola boğmak istemediğim sanırım anlaşılmıştır. Lakin Derwall’den sonra direksiyonu devraldığı Galatasaray’la bizlere yaşattığı Neuchatel Xamax macerasına değinmeden olmaz. 1988-1989 sezonunda, Galatasaray’ı o zamanki adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale taşıdığı o acayip sezonda, Neuchatel’e ilk maçta 3-0 yenildikten sonra “İkinci maçı 4-0, gerekirse 5-0 kazanırız” dediğinde necip Türk basınında alay konusu olmuştu Mustafa Hoca. Yüzüne alaycı alaycı gülmüşlerdi. Bu sezon Beşiktaş altıncı sıradayken, “26. haftayı bekleyin” derken ve tabii spor basınının alay konusu olurken, Galatasaray’ın 3-0’ın rövanşında beş golle bir üst tura çıktığı o efsane maçı düşündü mü acaba?
Bu topa girmeseydi
Teknik direktörlüğü boyunca hiç ‘Ben büyük adamım. Küçük takım çalıştırmam’ insanı olmadı. Türkiye saplantılı da değildi. İş için Almanya’ya da gitti, İran’a da... Kocaelispor’u da çalıştırdı, Türk Milli Takımı’nı Avrupa Şampiyonası’nda ilk defa çeyrek finale taşımış bir teknik adam olarak ikinci ligdeki Vestel Manisaspor’u da...
Manisa’ya Ersun Yanal döneminde gittiğimde, taraftarların birinci lige çıkaramadığı için Mustafa Hoca’ya öfkeli olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Kulübün o dönem sahip olduğu bütün altyapının Denizli döneminde inşa edildiğini söylüyor ve teşekkür ediyorlardı eski hocalarına...
Boyundan büyük işlere de kalkıştı elbet... ATV’de spor haberlerini sunmaya kalkmak, uğruna hiçbir şeyden taviz vermediği ‘salon adamı’ duruşuna inat mahalle ağzıyla maç yorumlamaya girişmek, teknik direktörlük, futbolculuk ne mene bir iştir bilmez gibi astığı astık kestiği kestik bir futbol yazarı olmaya soyunmak, ‘Keşke hiç bulaşmasaydın be hoca’ denilecek türden işlerdi. Türk milliyetçiliği tarihine geçen ‘İçimizdeki İrlandalılar’ klişesinin patenti de ne yazık ki ona ait. Sonra kâh ‘İçimizdeki Ermeniler’ olarak karşımıza çıktı bu söz, kâh ‘İçimizdeki Kürtler’ olarak...
Denizli’nin gitmeleri
Bir de siyasi konularda televizyonda ahkâm kesme girişimi var ki evlere şenlik. Güzel başlayan bu yazı (hayatımda hiç tanışmadığım) Mustafa Hoca’yla aramızı bozarak bitecek ama söyleyeceğim. Çiğdem Kayalı’yla magazin dergilerine kapak olmak tamam ama hocam, Avrupa Birliği’nin bize Sevr’i dayatmaya devam ettiğini senden dinlemesek olmaz mıydı? Şair bizi affetsin ama ‘Büyük Mustafa’ bu topa hiç girmese ne kaybederdi ‘büyük’lüğünden...
Son olarak teknik direktörlük kariyerindeki ‘falso’larla noktayı koyalım. Koyalım ki, Mustafa Denizli’yi eleştirmekten imtina etti demesinler. Evet, İngiltere’den onunla 8 (yazıyla sekiz!!!) yedik (Unutulmasın ki İngilizlerden ilk puanımızı da onunla aldık).
Evet, Fenerbahçe’yle Şampiyonlar Ligi’nde 0 (yazıyla sıfır!!!) çekerek tarihe geçti. Evet, yine Fenerbahçe’yle bir Beşiktaş maçında sahaya 6 (yazıyla altı!!!) yabancı sürerek takımının hükmen mağlup olmasına neden olan da oydu.
Ama dedim ya... Ben Mustafa Denizli’nin gitmelerini sevdim. Bırakıp gitmelerini... Çeşme sahilinden vazgeçemeyişini... Küçük adımlar atmaktan korkmayışını... Küçük adımlar atmak bazen o kadar zordur ki, Beşiktaş’a bir sezonda iki kupa kazandırmaya benzemez. İnsan aslında en cesur kararını küçük adımlar atmaya başlarken vermiştir... Öyle değil mi hocam?
RADİKAL/06-06-09
İLLÜSTRASYON: MERT GÜRELİ
Post a Comment