Bir toplumsal hareket olarak "Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası"
1968’in Avrupa’daki en önemli sonuçlarından biri, günlük hayatı ve ilişkileri siyasal bir tartışmanın içine çekmiş olmasıdır. Kısa süren sarsıntının uzun dönemli etkisi, çok farklı konuların artık siyasal hareketlerin merkezi haline gelmesi, diğer bir deyişle aile, eğitim tarzı, cinsellik, kültürel ilişkiler gibi farklı konular üzerinden yeni siyaset yapma pratiklerini geliştirebilmesi oldu. 1968-sonrasında, “hareketler” artık sadece bütün resmi değil, ondan önce ve belki de sadece resmin içindeki parçaları önemsemeye başladılar. Böylece, toplumsal hareketler çok parçalı bir yapı seyrederken, siyasal olan’ın zemini, uzun yüzyıllar sonra ilk kez bu kadar genişledi. Aşağıda bir “örnek olay” çerçevesinde anlamlandırmaya çalışacağım gibi, bu zemin futbolu dahi içine almış durumda. Bu konu aslında tam olarak, Ranciere’in belirttiği, “ilişkisizleri ilişkilendirme” vurgusu ile birlikte anlam kazanıp, yeni pratik açılımlar için bize yol gösteriyor.
Hareketlerin konu bazındaki parçalı yapısının bir getirisi olarak, katılım boyutunda farklı kesimlerin, ırkların, bakış açılarının bir araya gelebilmesi olanağı oluştu. Bu çok-seslilik eski tarz siyasetin pek de alışık olmadığı ve nasıl yönetilmesi gerektiğini bilmediği bir alandı. 40. yılını geride bırakırken, ’68 bize hala bu sürecin nasıl yönetileceği ve etkili hale getirileceğine dair tartışmaların ortasında tutuyor; bugünkü ne yapmalı sorusunu, biraz da eski ile yeninin, ’68 doğumlu bu tartışması oluşturuyor. Günümüzde farklı alanlarda harekete geçen oluşumlar, bu tartışmayı teorik ve pratik boyutlarıyla birlikte deneyimliyorlar. Farklı bir deyişle, yaparken öğreniyorlar.
Siyasal olan’ın özlerine dönercesine genişleyen alanı içine, göç ve göçmenlik meselesi ile birlikte yeni bir hal alan yurttaşlık kavramı da giriyordu kuşkusuz. Yurttaşın, bir dışarı ile birlikte anlam kazanması, temeline insan özgürleşmesini alan 68 hareketi için pek de tutulacak bir değildi. Biz ve onlar ayrımının temelleri, farklı olanın bildik olanla nasıl eklemleneceği, kimlik ve özneleşme tartışmaları ile birlikte devam etti. Hele ki bir de Avrupa’nın göbeğinde ırkçılık gibi bir fenomenin gelişmesi, bununla nasıl baş edileceğine dair önemli bir deneyim sunuyordu. Buna cevap olarak önerilen en kapsamlı görüş olan ve Amerika deneyiminden şekillenen çokkültürlülük teorisi, liberalizmin bildik çıkmazlarına girdikçe, uygulamada sıkıntılarla karşılaştı. Bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte, çokkültürlülüğün, ırkçı eğilimleri engellemekten ziyade, içe kapanmacı cemaatler yarattığı için, farklı-olanın dışlanması yoluyla körüklediğini söylemek gerekli. Bireylerin ahlaki tercihlerinin, diğerleriyle çelişmesi meselesi, ehil vatandaşların ehil olmayanlarla birlikte yaşıyor oluşu, gruplara ayrılan bireylerin gittikçe birbirinden kopmasına ve toplumsalı ortadan kaldıracak boyutlara varmasına neden oldu. Artık farklılık, entegrasyon, bir arada yaşama meselesinin sadece bireysel tercihlerle değil, resmi politikalarla anlam kazanabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Tabii ki bu gerçeğin ifşa edilmesinde ’68 sonrası hareketlerin önemli rolü oldu. Wallerstein’in belirttiği gibi, “1968-sonrası hareketler, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin yalnızca bireysel önyargılar ve ayrımcılıkla ilgili olmadığını, aynı zamanda ‘kurumsal biçimler de aldığını ısrarla vurguladılar”.
Hareketlerin, kurumsal olarak üretilen ayrımcılığı göz önüne sermesi, meselenin yurttaşlık zeminine sıkıştırılamayacağının ve hatta asıl ayrımların burada doğduğunu vurgulayan bir yol açtı. Dolayısıyla, artık herhangi bir ırk ve sınır ayrımı gözetmeden, benzer sorunları yaşayanların bir araya gelmesine dair bir algı gelişti. Avrupa Birliği tartışmaları, göç ve göçmenlik meselesi, halihazırda sınır kavramını oldukça “zedeleyen” deneyimler yarattı. Sınır, artık biz ve onları net bir şekilde ayıran fiziksel bir çizgi değil, bakış açıları ve gündelik pratiklere sızan soyut bir ayrım çizgisiydi. “Hareket”, “sınır”ı hırpaladıkça, yeni sınırlar üretmek için kültürel ve siyasi mekanizmalar işlemeye başladı.
Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, bu teorik çerçevede, tam da yeniden üretilen muhafazakar sınırlara karşı, bir karşı-hareket olarak, bir arada olma pratiklerini hayata geçiren bir “eylem”. Merkezinde spor ve daha da özelinde futbol olması, tam da ’68 ruhuna uygun bir şekilde gündelik hayatın içinden üretilen bir karşı-hareket olmasını sağlıyor. Bu hareket, oluşturulan sınırları aşmak adına, farklı kültürden insanların bir araya gelmeleri için bir çok neden olduğunu ve futbolun “bile” bunlardan biri olabileceğini ortaya koyuyor.
Tabii ki yeni nesil hareketlerin doğasına dair çok eleştiri getirildi ve bu devam ediyor. Yukarıda söylediğim gibi ne yapmalı meselesine dair tartışma olarak görüyorum bunu. Hareketlerin parçalı yapısı ve sınıf yerine gündelik hayat pratiklerini öne çıkaran doğası, eleştirinin en merkezi noktası. Hele ki içine futbol gibi, başta sosyalistler olmak üzere, toplumu dönüştürmek adına çaba gösteren kimi kesimlerin tüylerini diken diken eden bir alana dair “hareket”, hiç de gündeme alınması gereken bir mesele olarak görünmüyor. Ama bence tam tersi. Çünkü dönüşüm, tam da bu tip-daha önce önemsenmeyen- alanlarda başlıyor.
Yukarıda çizdiğim kavramsal çerçeve, sadece basit bir giriş değil, yeni nesil hareketlerin aslında tarihsel arka planının ne kadar güçlü olduğunu gösterme denemesi. Birçokları tarafından ilgisiz ve alakasız görünebilir ama aslında yen toplumsal hareketler, yoğun biçimde gündelik ilişkilerin ve sıradan meselelerin siyasetini yapmaya hevesli. Dolayısıyla, hareketin öznesi, bilinç kazanmış bir eylemci ya da yurttaş değil, televizyonunun karşısında oturan ya da sokakta futbol oynayan herhangi bir dünyalı olabilir.
1997’den beri İtalya’nın Bologna kentinin Casallechio Di Reno “beldesinde” düzenlenen Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, her yıl daha fazla kişiyi televizyonlarının karşısından kaldırıp ya da sokaktan tutup çekip, kamp alanlarında bir araya getiriyor. Türkiye’den kalkıp bu etkinliğe giden ilk ekip, biz Adana Demirsporlulardı. Hem bir ilki gerçekleştirmenin hem de “hareket”e dahil olmanın keyfini ve gururunu yaşadık.
Bizi oraya götüren, ya da harekete geçiren, temel neden, sporla günlük hayatın iç içe olduğu ve tüm bunlarla siyasetin ayrılmaz bir parça olduğu düşüncesiydi. Sporun her türlüsü ile günlük hayatın birbirinden ayrılamaz olduğunu düşünenler için, sporda şiddet ya da ayrımcı davranışlar, yine sokakla ilgilidir. Sokakta şiddet devam ederken, tribünde ya da stad/salon çevresinde olmamasını bekleyemeyiz. Ama bizim gibi sporseverler, şiddet ve ayrımcılık karşıtlığını kendi alanlarından kurmaya başladıkça bunun sokağa da mutlaka yansıması olacaktır.
Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, tam da bu güdülerle harekete geçmiş insanların eylemi. Sporun, gerek sahada ve tribünde yer alan mülteci ve göçmenlerle, gerekse kadınlar ve eşcinsellerle birlikte yaşanılan bir deneyim olduğunu, olması gerektiğini vurgulayan ve bu alandaki bizden olmayan her kesimle dayanışma içinde olmanın yollarını arayan bir girişim. Burada, hem sporun farklı kesimleri bir araya getiriciliğinden yararlanılıyor hem de bu farklılıkların, göçmenlik, ayrımcılık, homofobi gibi alanlarda neler yapabileceği konuşuluyor.
Bu yıl 8-12 Temmuz günleri arasında gerçekleştirilen etkinlik, ağırlığını cinsiyet ayrımcılığına kaydırmıştı. Festival alanının bir çok yerinde “Stop and Kick Sexism” pankartı yerleştirilmişti. Piazza Antirazzista (Irkçılık Karşıtı Meydan) çadırında, ki etkinliğin en büyük ortak alanıydı, göçmenlik ve güvenlik hukuku, sporda ayrımcılık, kadın bedeninin ticarileşmesi, sporda homofobi, Avrupa’daki Afrika diasporası ve 2010 Dünya Kupası başlıklı sunumlar ve seminerler gerçekleştirildi. Etkinliğin bir diğer ana konusu da, G8 zirvesiydi. 10 Temmuz’da, Bologna’daki gösterilere katılımı sağlamak için, futbol turnuvasına ara verildi. Piazza’da G8 ile ilgili toplantılar da yapıldı. Etkinliğin temel sloganlarından biri, “kazanacak bir şey yok” olsa da son gün çeşitli ödüller verildi. Piazza Antirazzista Kupası, alandaki sunum ve tartışmalara katkısından dolay Alman sendikacılardan kurulu DGB takımına; Kick Sexism kupası, kadın-erkek karışık oyunculardan kurulu ve beyaz kurdela kampanyasını yürüten Republica Internationale’ye verildi. Fair Play Kupası Bologna’nın Pratello Cezaevi’nde tutuklularla maç yapmaya giden Polisportiva Zelig takımına; Kilometre Kupası, en uzaktan gelen ve Stand Up Space’te samba workshopları yapan Brezilyalı ekibe, Arkadaşlık Kupası geçen yıl ölen ve Antirazzisti ekibinin içinde yer almış Parmalı bir taraftarın yakınlarına, Ultras Kupası bar ve kahvaltı çadırında çalışan taraftarlara; Görünmezler Kupası, Avrupa’ya göç edenlerin yaşadıklarına dair bir site olan fortresseurope.blogspot.com’a verildi. Bu kupa, çeşitli vize sorunlarıyla festivale katılamayan Afrikalı takımlara adandı ve sahnede bir süre tek başına sergilendi.
Biz, sadece sahada oynayacak 7 kişilik bir ekibi denkleştirip orada renklerimizi temsil ettik. Orada gündeme ortak olup, derdimizi daha iyi anlatmak için, daha kalabalık bir grupla gitmek gerektiğini fark ettik. Hazırladığımız duvar gazetesi oldukça ilgi toplasa da daha fazla görsel malzeme veya sunumlara katılmak için farklı dökümanlar hazırlanabilirdi. Bir ilk deneyim olarak, şimdilik sadece gözlem yapma fırsatı bulduk.
Ama orada öğrendiğimiz kimi pratikleri burada, yaşadığımız şehirde veya kendi çevremizde hayata geçirmek için de motive olduk. “Etkinliğin bir benzerini Türkiye’de yapabilir miyiz-nasıl yapabiliriz” soruları kafamızda dolanıp duruyor. Sporun farklı kesimleri bir araya getirebilmesi, Türkiyeli toplumsal hareketlerin ve sivil toplum örgütlerin de konusu olmalı. Böylece, bir yandan memleketin her anlamda “farklı renkleri”, dışlanmışları, bizden görülmeyenlerini sürece katmak için de bir araç kazanmış olurken, değişimin günlük pratiklerden başlaması gerektiğine dair sesi, biraz daha gür çıkarmış oluruz. Bu süreç, kurumsal alanda gittikçe meşruluğunu ve sempatisini yitiren siyasetin, “ilişkisizleri ilişkilendirme” gücüne sahip olduğunu ortaya koyarak, fazlasıyla öğretici olacaktır.
Hareketlerin konu bazındaki parçalı yapısının bir getirisi olarak, katılım boyutunda farklı kesimlerin, ırkların, bakış açılarının bir araya gelebilmesi olanağı oluştu. Bu çok-seslilik eski tarz siyasetin pek de alışık olmadığı ve nasıl yönetilmesi gerektiğini bilmediği bir alandı. 40. yılını geride bırakırken, ’68 bize hala bu sürecin nasıl yönetileceği ve etkili hale getirileceğine dair tartışmaların ortasında tutuyor; bugünkü ne yapmalı sorusunu, biraz da eski ile yeninin, ’68 doğumlu bu tartışması oluşturuyor. Günümüzde farklı alanlarda harekete geçen oluşumlar, bu tartışmayı teorik ve pratik boyutlarıyla birlikte deneyimliyorlar. Farklı bir deyişle, yaparken öğreniyorlar.
Siyasal olan’ın özlerine dönercesine genişleyen alanı içine, göç ve göçmenlik meselesi ile birlikte yeni bir hal alan yurttaşlık kavramı da giriyordu kuşkusuz. Yurttaşın, bir dışarı ile birlikte anlam kazanması, temeline insan özgürleşmesini alan 68 hareketi için pek de tutulacak bir değildi. Biz ve onlar ayrımının temelleri, farklı olanın bildik olanla nasıl eklemleneceği, kimlik ve özneleşme tartışmaları ile birlikte devam etti. Hele ki bir de Avrupa’nın göbeğinde ırkçılık gibi bir fenomenin gelişmesi, bununla nasıl baş edileceğine dair önemli bir deneyim sunuyordu. Buna cevap olarak önerilen en kapsamlı görüş olan ve Amerika deneyiminden şekillenen çokkültürlülük teorisi, liberalizmin bildik çıkmazlarına girdikçe, uygulamada sıkıntılarla karşılaştı. Bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte, çokkültürlülüğün, ırkçı eğilimleri engellemekten ziyade, içe kapanmacı cemaatler yarattığı için, farklı-olanın dışlanması yoluyla körüklediğini söylemek gerekli. Bireylerin ahlaki tercihlerinin, diğerleriyle çelişmesi meselesi, ehil vatandaşların ehil olmayanlarla birlikte yaşıyor oluşu, gruplara ayrılan bireylerin gittikçe birbirinden kopmasına ve toplumsalı ortadan kaldıracak boyutlara varmasına neden oldu. Artık farklılık, entegrasyon, bir arada yaşama meselesinin sadece bireysel tercihlerle değil, resmi politikalarla anlam kazanabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Tabii ki bu gerçeğin ifşa edilmesinde ’68 sonrası hareketlerin önemli rolü oldu. Wallerstein’in belirttiği gibi, “1968-sonrası hareketler, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin yalnızca bireysel önyargılar ve ayrımcılıkla ilgili olmadığını, aynı zamanda ‘kurumsal biçimler de aldığını ısrarla vurguladılar”.
Hareketlerin, kurumsal olarak üretilen ayrımcılığı göz önüne sermesi, meselenin yurttaşlık zeminine sıkıştırılamayacağının ve hatta asıl ayrımların burada doğduğunu vurgulayan bir yol açtı. Dolayısıyla, artık herhangi bir ırk ve sınır ayrımı gözetmeden, benzer sorunları yaşayanların bir araya gelmesine dair bir algı gelişti. Avrupa Birliği tartışmaları, göç ve göçmenlik meselesi, halihazırda sınır kavramını oldukça “zedeleyen” deneyimler yarattı. Sınır, artık biz ve onları net bir şekilde ayıran fiziksel bir çizgi değil, bakış açıları ve gündelik pratiklere sızan soyut bir ayrım çizgisiydi. “Hareket”, “sınır”ı hırpaladıkça, yeni sınırlar üretmek için kültürel ve siyasi mekanizmalar işlemeye başladı.
Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, bu teorik çerçevede, tam da yeniden üretilen muhafazakar sınırlara karşı, bir karşı-hareket olarak, bir arada olma pratiklerini hayata geçiren bir “eylem”. Merkezinde spor ve daha da özelinde futbol olması, tam da ’68 ruhuna uygun bir şekilde gündelik hayatın içinden üretilen bir karşı-hareket olmasını sağlıyor. Bu hareket, oluşturulan sınırları aşmak adına, farklı kültürden insanların bir araya gelmeleri için bir çok neden olduğunu ve futbolun “bile” bunlardan biri olabileceğini ortaya koyuyor.
Tabii ki yeni nesil hareketlerin doğasına dair çok eleştiri getirildi ve bu devam ediyor. Yukarıda söylediğim gibi ne yapmalı meselesine dair tartışma olarak görüyorum bunu. Hareketlerin parçalı yapısı ve sınıf yerine gündelik hayat pratiklerini öne çıkaran doğası, eleştirinin en merkezi noktası. Hele ki içine futbol gibi, başta sosyalistler olmak üzere, toplumu dönüştürmek adına çaba gösteren kimi kesimlerin tüylerini diken diken eden bir alana dair “hareket”, hiç de gündeme alınması gereken bir mesele olarak görünmüyor. Ama bence tam tersi. Çünkü dönüşüm, tam da bu tip-daha önce önemsenmeyen- alanlarda başlıyor.
Yukarıda çizdiğim kavramsal çerçeve, sadece basit bir giriş değil, yeni nesil hareketlerin aslında tarihsel arka planının ne kadar güçlü olduğunu gösterme denemesi. Birçokları tarafından ilgisiz ve alakasız görünebilir ama aslında yen toplumsal hareketler, yoğun biçimde gündelik ilişkilerin ve sıradan meselelerin siyasetini yapmaya hevesli. Dolayısıyla, hareketin öznesi, bilinç kazanmış bir eylemci ya da yurttaş değil, televizyonunun karşısında oturan ya da sokakta futbol oynayan herhangi bir dünyalı olabilir.
1997’den beri İtalya’nın Bologna kentinin Casallechio Di Reno “beldesinde” düzenlenen Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, her yıl daha fazla kişiyi televizyonlarının karşısından kaldırıp ya da sokaktan tutup çekip, kamp alanlarında bir araya getiriyor. Türkiye’den kalkıp bu etkinliğe giden ilk ekip, biz Adana Demirsporlulardı. Hem bir ilki gerçekleştirmenin hem de “hareket”e dahil olmanın keyfini ve gururunu yaşadık.
Bizi oraya götüren, ya da harekete geçiren, temel neden, sporla günlük hayatın iç içe olduğu ve tüm bunlarla siyasetin ayrılmaz bir parça olduğu düşüncesiydi. Sporun her türlüsü ile günlük hayatın birbirinden ayrılamaz olduğunu düşünenler için, sporda şiddet ya da ayrımcı davranışlar, yine sokakla ilgilidir. Sokakta şiddet devam ederken, tribünde ya da stad/salon çevresinde olmamasını bekleyemeyiz. Ama bizim gibi sporseverler, şiddet ve ayrımcılık karşıtlığını kendi alanlarından kurmaya başladıkça bunun sokağa da mutlaka yansıması olacaktır.
Irkçılık Karşıtı Dünya Kupası, tam da bu güdülerle harekete geçmiş insanların eylemi. Sporun, gerek sahada ve tribünde yer alan mülteci ve göçmenlerle, gerekse kadınlar ve eşcinsellerle birlikte yaşanılan bir deneyim olduğunu, olması gerektiğini vurgulayan ve bu alandaki bizden olmayan her kesimle dayanışma içinde olmanın yollarını arayan bir girişim. Burada, hem sporun farklı kesimleri bir araya getiriciliğinden yararlanılıyor hem de bu farklılıkların, göçmenlik, ayrımcılık, homofobi gibi alanlarda neler yapabileceği konuşuluyor.
Bu yıl 8-12 Temmuz günleri arasında gerçekleştirilen etkinlik, ağırlığını cinsiyet ayrımcılığına kaydırmıştı. Festival alanının bir çok yerinde “Stop and Kick Sexism” pankartı yerleştirilmişti. Piazza Antirazzista (Irkçılık Karşıtı Meydan) çadırında, ki etkinliğin en büyük ortak alanıydı, göçmenlik ve güvenlik hukuku, sporda ayrımcılık, kadın bedeninin ticarileşmesi, sporda homofobi, Avrupa’daki Afrika diasporası ve 2010 Dünya Kupası başlıklı sunumlar ve seminerler gerçekleştirildi. Etkinliğin bir diğer ana konusu da, G8 zirvesiydi. 10 Temmuz’da, Bologna’daki gösterilere katılımı sağlamak için, futbol turnuvasına ara verildi. Piazza’da G8 ile ilgili toplantılar da yapıldı. Etkinliğin temel sloganlarından biri, “kazanacak bir şey yok” olsa da son gün çeşitli ödüller verildi. Piazza Antirazzista Kupası, alandaki sunum ve tartışmalara katkısından dolay Alman sendikacılardan kurulu DGB takımına; Kick Sexism kupası, kadın-erkek karışık oyunculardan kurulu ve beyaz kurdela kampanyasını yürüten Republica Internationale’ye verildi. Fair Play Kupası Bologna’nın Pratello Cezaevi’nde tutuklularla maç yapmaya giden Polisportiva Zelig takımına; Kilometre Kupası, en uzaktan gelen ve Stand Up Space’te samba workshopları yapan Brezilyalı ekibe, Arkadaşlık Kupası geçen yıl ölen ve Antirazzisti ekibinin içinde yer almış Parmalı bir taraftarın yakınlarına, Ultras Kupası bar ve kahvaltı çadırında çalışan taraftarlara; Görünmezler Kupası, Avrupa’ya göç edenlerin yaşadıklarına dair bir site olan fortresseurope.blogspot.com’a verildi. Bu kupa, çeşitli vize sorunlarıyla festivale katılamayan Afrikalı takımlara adandı ve sahnede bir süre tek başına sergilendi.
Biz, sadece sahada oynayacak 7 kişilik bir ekibi denkleştirip orada renklerimizi temsil ettik. Orada gündeme ortak olup, derdimizi daha iyi anlatmak için, daha kalabalık bir grupla gitmek gerektiğini fark ettik. Hazırladığımız duvar gazetesi oldukça ilgi toplasa da daha fazla görsel malzeme veya sunumlara katılmak için farklı dökümanlar hazırlanabilirdi. Bir ilk deneyim olarak, şimdilik sadece gözlem yapma fırsatı bulduk.
Ama orada öğrendiğimiz kimi pratikleri burada, yaşadığımız şehirde veya kendi çevremizde hayata geçirmek için de motive olduk. “Etkinliğin bir benzerini Türkiye’de yapabilir miyiz-nasıl yapabiliriz” soruları kafamızda dolanıp duruyor. Sporun farklı kesimleri bir araya getirebilmesi, Türkiyeli toplumsal hareketlerin ve sivil toplum örgütlerin de konusu olmalı. Böylece, bir yandan memleketin her anlamda “farklı renkleri”, dışlanmışları, bizden görülmeyenlerini sürece katmak için de bir araç kazanmış olurken, değişimin günlük pratiklerden başlaması gerektiğine dair sesi, biraz daha gür çıkarmış oluruz. Bu süreç, kurumsal alanda gittikçe meşruluğunu ve sempatisini yitiren siyasetin, “ilişkisizleri ilişkilendirme” gücüne sahip olduğunu ortaya koyarak, fazlasıyla öğretici olacaktır.
Yavuz Yıldırım/Birikim Güncel Makaleler
Post a Comment