Beşiktaş'ın şampiyonluğu üzerine derlemeler..

Terlik kavgasıyla başlamışlar, iki İbrahim bağıra çağıra kadro dışı bırakılmıştı. Menajer Sinan Engin ‘ben buradayken forma giyemezler’ diyordu. Sezonun son karesinde ise, Mustafa Denizli’nin, yola giden mahçup ve vakur delikanlının cebine ‘ihtiyacın olur’ diye zorla para tıkıştıran aile büyüğü misali, terlikçilerden İbrahim Üzülmez’in koluna kaptanlı bandını takışı var. Düşmez kalkmaz bir kartal.
Tanıl Bora/Radikal
*****
En güzelini NTVSpor’da Rıdvan Dilmen söyledi: “şampiyonluk çocuklaşmaktır.” 6 yaşında bir çocuk görüyorum, tül perdelerin nazlı nazlı salındığı, yüksek tavanlı bir evin odalarında koşuyor. Elinde siyah-beyaz çizgili bir bayrak... Şampiyon takımı sayıyor; Necmi - Bahattin, Münir - Tuncay, Sabahattin, Kaya Arif, Nazmi, Şenol, Birol, Küçük Ahmet...
Birkaç yıl sonra aynı çocuk İstanbul’a yatılı okula gitmeyi, biraz da Beşiktaş’ı seyretmek için istiyor. Cumartesi iki, Pazar iki maç. Dolmabahçe’de açık tribün talebe bileti 2.5 lira galiba... İlk yıl Beykoz, ikinci yıl Ankara Demirspor maçlarıyla başlayan rüya sezonlar... İkisinin de sonunda İzmir Alsancak’ta tur atan futbolcuların fotoğrafı var: Necmi, Erkan, Fehmi Suat, Süreyya, Kaya, Fethi, Yusuf, Ahmet Şahin, Sanlı, Küçük Ahmet... Ve Sabri, Güven, Faruk.
Ardından bir tek Türkiye Kupası ile avunulmuş 15 yıl. Hep “Takımı yalnız bırakıyor muyum?” kaygısı, suçluluğu... “Bensiz ne yapacaklar şimdi?..” Ve karanlıklar çağında sokaklara vurup Eskişehir’deki maçın skorunun bakkallardan, kahvelerden sorulduğu, geçmek bilemeyen zaman...
Dört yıl sonra Trabzon’daki maça televizyon ekranında bakarken, farkında olmadan evin dışına çıkan yine aynı çocuk...
Metin-Ali-Feyyaz’lı üç şampiyonlukta, ardından 1995 ve 2003’te, İnönü Stadı’nın tribünlerinin ayrı yerlerinde bir nokta sadece o çocuk. Önce Rıza’nın sonra Sergen’in forması var sırtında.
Ve geçen cumartesi akşamı 2009 şampiyonluğuyla okul numarası 9 olan sıra arkadaşı aklına düşüyor özlemle. Kaç maça birlikte gitmişler, kaç maç sabahtan gelmelerine rağmen stadın kapısından dönmüşler. Artık bu hayatta değil arkadaşı ama onunla tura çıkıyor çocuk.
Harikalar diyarında
Bir gün, bir hafta, bilemediniz bir ay... Şampiyonluk sizi çocuklaştırıyor, hayaller diyarından harikalar diyarına sokuyor. Zamanla olgular silinecek. Duygu belleğinizdeki izler, anlar kalacak. Tarih söylenceye dönüşecek. Zamanla bu ortak sevinç yerine kişisel ve doğruluğu tartışılır anınlara bırakacak. Ama şimdi her sabah sanki Bayram sabahı... Karşıdan gelen, belki sizden epey küçük biri, ya Fenerbahçeli ya da Galatasaraylı, “Tebrikler hocam” diyor. Sanki bayram çocuğunun başını okşuyor.
Şu anda en iyi sayfa dostum Fenerli Feryal Pere bilecek bunu... Şampiyon olunamamış her sezon ise insanı büyütüyor, olgunlaştırıyor. Tasanızı içinize gömüyorsunuz. Sevdiğiniz kulübe bağlılığınız daha da artıyor. Koltuğunuz altına alıp teselli etmek istiyorsunuz onu.
Ya şampiyonluğun yanından geçemeyecek bir takımın taraftarıysanız? Ben geçen yıl Fulham’la tattım bunu. Kümede kalırsanız, direnmiş olmanın, akıntıya kürek çekmenin coşkusu sarıyor içinizi... Kolay mı, devlere kafa tutmuşsunuz. Şampiyonluk ne ki? Sezon sonunda ulaşılan, ulaşıldığı anda sıfır noktası olan bir an. Kümede kalmak ise bir sezon yaşadığınız ayakta kalma mücadelesi... Hele küme düşmemeye razıyken daha üst sıralara çıkmışsanız, hayallerinize sınır yok. Dağları delebilirsiniz.
Aklın durduğu zaman
Küme düşmeyi ise Çanakkale Dardanelspor’la tatmıştım. Varoluşsal bir duygu o... Dünyada yapayalnız bir siz kalmışsınız. İçiniz sıkıntı dolu ama yaşamak zorundasınız.
Evet, bir gün, bir hafta, bilemediniz bir ay... Şampiyon olunca hayal diyarından harikalar diyarına geçiyorsunuz.
Burada saatler farklı işliyor, başta akıl kalmıyor. Duygular ülkesi burası.Beşiktaş en kötü yönetildiği dönemde şampiyon olmuşmuş... İyi top oynamamışmış... Avrupa’da bir şey yapamazmışmış... Duygular ülkesinde anlamı yok bunların.
İki kupada en büyük pay Mustafa Denizli’nin. Tartışmaya bile gerek yok. Daha ilk Gençlerbirliği maçında futbol gönlümüzü serinletmişti. Futbolun eninde sonunda sahada oynanan doksan küsur dakikalın bir oyun olduğunu ve takım denen bir toplulukla oynandığını hatırlattı bir kez daha bize. Gerçekçi, ilkeli ve alçakgönüllü olursanız, imkânsızın istenebileceğini...
İstemekle kalmayıp çalışarak, mücadele ederek elde edilebileceğini... Hedefin aslında oraya ulaşma çabasından ibaret olduğunu...
O Denizli bile şampiyonluğa ulaşılan maçın hemen sonrasında girmiyordu bu ciddi konulara...
“Üç büyüğü şampiyon yapan tek hocaymış.” Önemli tabii ama bunu yapabilmek için üç büyük kulüpte hocalık yapma şansını elde etmiş olmak gerek önce. Bu daha büyük başarı.
“Beşiktaş’ı şampiyon yapan ilk yerli hocaymış”. Denizli’nin dediği gibi “teknik direktörün yerlisi yabancısı olmaz.” Yeter ki futbolun dilinden konuşsun.
Denizli’nin şampiyonluğun ilk anlarında söylemeye çalıştığı şu sözleri unutamıyorum asıl ben:
“Ben dört yaşında Beşiktaşlı oldum, Beşiktaşlı olmak için bu takımda oynamaya gerek yok.”
Hoca, şunu da ekleyecekti belki: “Bu takıma teknik direktör olmaya, şampiyonluk kazandırmaya da gerek yok, taraftar olmak yeter”.
Hoca onu Beşiktaşlı yapan sevgili ağabeyi ile birlikteydi o anlarda mutlaka. Ağabeyinin elini tutmuş maça gidiyordu.
Çünkü o an Denizli, bütün Beşiktaşlılardı...
Bütün Beşiktaşlılar da çocuk.
Birkaç yıl sonra aynı çocuk İstanbul’a yatılı okula gitmeyi, biraz da Beşiktaş’ı seyretmek için istiyor. Cumartesi iki, Pazar iki maç. Dolmabahçe’de açık tribün talebe bileti 2.5 lira galiba... İlk yıl Beykoz, ikinci yıl Ankara Demirspor maçlarıyla başlayan rüya sezonlar... İkisinin de sonunda İzmir Alsancak’ta tur atan futbolcuların fotoğrafı var: Necmi, Erkan, Fehmi Suat, Süreyya, Kaya, Fethi, Yusuf, Ahmet Şahin, Sanlı, Küçük Ahmet... Ve Sabri, Güven, Faruk.
Ardından bir tek Türkiye Kupası ile avunulmuş 15 yıl. Hep “Takımı yalnız bırakıyor muyum?” kaygısı, suçluluğu... “Bensiz ne yapacaklar şimdi?..” Ve karanlıklar çağında sokaklara vurup Eskişehir’deki maçın skorunun bakkallardan, kahvelerden sorulduğu, geçmek bilemeyen zaman...
Dört yıl sonra Trabzon’daki maça televizyon ekranında bakarken, farkında olmadan evin dışına çıkan yine aynı çocuk...
Metin-Ali-Feyyaz’lı üç şampiyonlukta, ardından 1995 ve 2003’te, İnönü Stadı’nın tribünlerinin ayrı yerlerinde bir nokta sadece o çocuk. Önce Rıza’nın sonra Sergen’in forması var sırtında.
Ve geçen cumartesi akşamı 2009 şampiyonluğuyla okul numarası 9 olan sıra arkadaşı aklına düşüyor özlemle. Kaç maça birlikte gitmişler, kaç maç sabahtan gelmelerine rağmen stadın kapısından dönmüşler. Artık bu hayatta değil arkadaşı ama onunla tura çıkıyor çocuk.
Harikalar diyarında
Bir gün, bir hafta, bilemediniz bir ay... Şampiyonluk sizi çocuklaştırıyor, hayaller diyarından harikalar diyarına sokuyor. Zamanla olgular silinecek. Duygu belleğinizdeki izler, anlar kalacak. Tarih söylenceye dönüşecek. Zamanla bu ortak sevinç yerine kişisel ve doğruluğu tartışılır anınlara bırakacak. Ama şimdi her sabah sanki Bayram sabahı... Karşıdan gelen, belki sizden epey küçük biri, ya Fenerbahçeli ya da Galatasaraylı, “Tebrikler hocam” diyor. Sanki bayram çocuğunun başını okşuyor.
Şu anda en iyi sayfa dostum Fenerli Feryal Pere bilecek bunu... Şampiyon olunamamış her sezon ise insanı büyütüyor, olgunlaştırıyor. Tasanızı içinize gömüyorsunuz. Sevdiğiniz kulübe bağlılığınız daha da artıyor. Koltuğunuz altına alıp teselli etmek istiyorsunuz onu.
Ya şampiyonluğun yanından geçemeyecek bir takımın taraftarıysanız? Ben geçen yıl Fulham’la tattım bunu. Kümede kalırsanız, direnmiş olmanın, akıntıya kürek çekmenin coşkusu sarıyor içinizi... Kolay mı, devlere kafa tutmuşsunuz. Şampiyonluk ne ki? Sezon sonunda ulaşılan, ulaşıldığı anda sıfır noktası olan bir an. Kümede kalmak ise bir sezon yaşadığınız ayakta kalma mücadelesi... Hele küme düşmemeye razıyken daha üst sıralara çıkmışsanız, hayallerinize sınır yok. Dağları delebilirsiniz.
Aklın durduğu zaman
Küme düşmeyi ise Çanakkale Dardanelspor’la tatmıştım. Varoluşsal bir duygu o... Dünyada yapayalnız bir siz kalmışsınız. İçiniz sıkıntı dolu ama yaşamak zorundasınız.
Evet, bir gün, bir hafta, bilemediniz bir ay... Şampiyon olunca hayal diyarından harikalar diyarına geçiyorsunuz.
Burada saatler farklı işliyor, başta akıl kalmıyor. Duygular ülkesi burası.Beşiktaş en kötü yönetildiği dönemde şampiyon olmuşmuş... İyi top oynamamışmış... Avrupa’da bir şey yapamazmışmış... Duygular ülkesinde anlamı yok bunların.
İki kupada en büyük pay Mustafa Denizli’nin. Tartışmaya bile gerek yok. Daha ilk Gençlerbirliği maçında futbol gönlümüzü serinletmişti. Futbolun eninde sonunda sahada oynanan doksan küsur dakikalın bir oyun olduğunu ve takım denen bir toplulukla oynandığını hatırlattı bir kez daha bize. Gerçekçi, ilkeli ve alçakgönüllü olursanız, imkânsızın istenebileceğini...
İstemekle kalmayıp çalışarak, mücadele ederek elde edilebileceğini... Hedefin aslında oraya ulaşma çabasından ibaret olduğunu...
O Denizli bile şampiyonluğa ulaşılan maçın hemen sonrasında girmiyordu bu ciddi konulara...
“Üç büyüğü şampiyon yapan tek hocaymış.” Önemli tabii ama bunu yapabilmek için üç büyük kulüpte hocalık yapma şansını elde etmiş olmak gerek önce. Bu daha büyük başarı.
“Beşiktaş’ı şampiyon yapan ilk yerli hocaymış”. Denizli’nin dediği gibi “teknik direktörün yerlisi yabancısı olmaz.” Yeter ki futbolun dilinden konuşsun.
Denizli’nin şampiyonluğun ilk anlarında söylemeye çalıştığı şu sözleri unutamıyorum asıl ben:
“Ben dört yaşında Beşiktaşlı oldum, Beşiktaşlı olmak için bu takımda oynamaya gerek yok.”
Hoca, şunu da ekleyecekti belki: “Bu takıma teknik direktör olmaya, şampiyonluk kazandırmaya da gerek yok, taraftar olmak yeter”.
Hoca onu Beşiktaşlı yapan sevgili ağabeyi ile birlikteydi o anlarda mutlaka. Ağabeyinin elini tutmuş maça gidiyordu.
Çünkü o an Denizli, bütün Beşiktaşlılardı...
Bütün Beşiktaşlılar da çocuk.
İbrahim Altınsay/Radikal
*****
Beşiktaş’ın şampiyonluğu, birçok ‘ilk’i de beraberinde getirdi. Malum Mustafa Denizli, ilk kez ‘üç büyük’ takımı da şampiyon yaptı. Beşiktaş’a şampiyonluk tattıran ilk yerli hoca oldu. Ancak bunların arasında çok farklı bir ‘ilk’in üzerinde nedense pek durulmadı. Yıldırım Demirören’in, Süper Lig tarihinde şampiyonluk yaşayan ilk tüpçü başkan olması, tüp sektöründe tereddütsüz büyük bir teveccühle karşılandı. Zaten şampiyonluğu kaybeden Fenerbahçeli ve Galatasaraylı tüpçüler bile, hiç olmazsa ‘içimizden biri’nin başarısıyla teselli buluyor. Nitekim her yıl geleneksel olarak verilen ‘Yılın En Başarılı Tüpçüsü’ ödülünü bu yıl Demirören’in kapacağı, artık kesin gibi.
Tabii bu arada İnönü Stadı’ndaki kutlamaları televizyondan izleyen birçok meslektaşım, haklı olarak Başkan’a sitem ettiler. Demet Akalın şüphesiz değerli bir sanatçı olmalı ama ona tanınan süre, ne bileyim bir piknik tüpe verilemez miydi? Bir sanayi tüpüne küçük de olsa bir şans tanınamaz mıydı? Törende boy boy tüplere bir arz-ı endamın çok görülmesi, kutlamaların eleştirilecek tek yanıydı.
Meselâ Çarşı’nın protest kişiliğine de uyar, ‘Yutüp’ yasaklı olduğundan, hayali bir ‘Yutüp’ bile araya sokulabilir, hatta işin içine mizah katmak bakımından tüp çocuklar da kortejde yer alabilirdi. Topçuların sahaya çıkacağı şöyle prefabrik bir tüp geçit olsun, kurulamaz mıydı?
Tüp imgesi, bu kutlamaları damgasını vursun demedik ama en azından bir teğet geçirilirdi. Küçük bir anımsatma belki, belki küçük bir dokunuş ya da hafif bir temas...
Başkan ve şüphesiz onun nezdinde bütün tüpçüler, bu jesti fazlasıyla hak etmişti, bence.
Tabii bu arada İnönü Stadı’ndaki kutlamaları televizyondan izleyen birçok meslektaşım, haklı olarak Başkan’a sitem ettiler. Demet Akalın şüphesiz değerli bir sanatçı olmalı ama ona tanınan süre, ne bileyim bir piknik tüpe verilemez miydi? Bir sanayi tüpüne küçük de olsa bir şans tanınamaz mıydı? Törende boy boy tüplere bir arz-ı endamın çok görülmesi, kutlamaların eleştirilecek tek yanıydı.
Meselâ Çarşı’nın protest kişiliğine de uyar, ‘Yutüp’ yasaklı olduğundan, hayali bir ‘Yutüp’ bile araya sokulabilir, hatta işin içine mizah katmak bakımından tüp çocuklar da kortejde yer alabilirdi. Topçuların sahaya çıkacağı şöyle prefabrik bir tüp geçit olsun, kurulamaz mıydı?
Tüp imgesi, bu kutlamaları damgasını vursun demedik ama en azından bir teğet geçirilirdi. Küçük bir anımsatma belki, belki küçük bir dokunuş ya da hafif bir temas...
Başkan ve şüphesiz onun nezdinde bütün tüpçüler, bu jesti fazlasıyla hak etmişti, bence.
Yakından Kumandan/Erkan Goloğlu/Radikal
Post a Comment